PORTAKAAL..GIZIIM..
Daha Dedem ona seslenmeden, avluya inen ahşap merdivenin tahta basamaklarından çıkan ayak seslerinden, inenin kim olduğunu anlayınca, o hafifçe kişnerdi. O zaman “Şaban Buba” da böyle seslenirdi: Portakal. Gızıım. Portakal başka ses çıkarmaz, sabırla sahibinin gelmesini beklerdi. Bu iletişim o kadar kısa sürerdi ki, dikkat etmeyen bir şey anlamazdı. Ben de çok sonraları farketmiştim bu sihirli muhabbeti!
Portakal, Kastamonu Taşköprü Kise Köy’de yaşayan Şaban Dedem’in kısrağının adıydı. Uzun zaman neden ona portakal denildi diye düşünmüşümdür. Sonradan fark ettim, o bembeyazdı ama, yakından bakınca beyaz tüylerinin arasında bütün vücudunu kaplayan turuncu benekler vardı. Bu küçük turuncu benekler uzaktan belli olmuyor ve at bembeyaz duruyordu. Muhtemelen bu nedenle ismi Portakal olmuştur.
Tahmin edebileceğiniz gibi Portakal çok güzel bir attı. Kulaklarının arasından alnına düşen beyaz perçemlerini, uzun gür yelesini hatırlıyorum. Gözleri çok güzeldi; ne kadar akıllı bakardı. Hele dimdik duruşu, çok asil ve dingindi. Dedem ona çok ihtimam gösterirdi. Diğer taraftan köyün varlıklı olmayan bir ailesi olduğumuzdan, Portakal’ın külfetini konu edenler olurdu. Ancak o kadar değerli bir prestiji vardı ki, bunu daha sonra yaşadığım bu anımda anladım.
O yıllarda Cuma günleri pazar kuruluduğunda, çevre köylerden atlı ve çoğunlukla yaya olarak Taşköprü’ye gidilirdi. Sonraları kamyonlar çalışmaya başladı. Cuma sabahı köylerde kamyonlara doluşan köylüler akşama kadar işlerini, alışverişlerini bitirir ve gene kamyonlarla köylerine dönerlerdi.Tabi tam bilemiyorum, sadece tahmin ediyorum, köylülerin boş muhabbetlerini sevmezdi herhalde Dedem, hep Portakal ile giderdi çarşıya.
Lise yıllarında yaşadığım Ankara’dan köye geleceğim gün, Dedem Portakal’ı bir hana bırakır ve kendisi kamyonla dönerdi. Taşköprü’ye indiğimde karşılaştığım Kise Köylüler, hanın yerini tarif ederlerdi. Hana varınca birisi Portakal’ı benim için hazırlar ve binmeme yardımcı olurdu. Ondan sonrası Portakal’ın işiydi. Tabi ki ben de yolu biliyordum ama Portakal komut beklemeden hemen yola koyulurdu. Aman Allahım, o ne görkemli bir yolculuk olurdu, anlatması kolay değil. Bacaklarımın arasından, Portakal’ın her adımında, onun sıcak bedeninin güçlü devinimini hissederdim. Taşlı toprak yollar ve dereler umurunda değildi, hızlı ve emin adımlarla seyahat ederdi. Sanki o da benim gibi çok heyecanlıydı; sanki bir an önce köye varıp beni bekleyen sevdiklerime beni ulaştırmak istiyordu.
İşte böyle bir gün, Taşköprü’den çıkıp bizim köyün yoluna koyulduktan bir süre sonra, birkaç Kiseköylü atlıya yetiştik. Hal hatır sorarak hep birlikte konuşarak yola devam ettik. Henüz birlikteliğimiz çok olmamıştı, köylülerden biri bir şey demeden atını hızlandırdı ve bizden uzaklaştı. Ben ne olduğunu anlayamadım ama köylüler hemen çekiştirmeye başladılar. Atını bir havayla hızlandırıp giden kişi köyün muhtarı imiş ve Dedem varken bunu yapmaya cesaret edemezmiş. Çünkü Portakal her zaman onu geçermiş. “Portakal köyün en güçlü atıdır, deh di de, şu muhtarın balonun söndür” diye bana baskı yapmaya başladılar. ‘Ben böyle yarışlardan anlamam, sadece köye gitmektir amacım’ dediysem de, ısrarı sürdürdüler. “Hiçbir şey yapmayacaksın, yuları serbest bırak, deh di” dediler. Ben de öyle yaptım. Meğer Portakal da bunu bekliyormuş; alçak sesle “deeh” dediğimi duyar duymaz o kadar hızlandı ki, şaşırdım kaldım. Biraz da korktum. Düşmemek için iyice sarıldım Portakal’a. Kafamı kaldıramıyordum, yer hızla akıyordu altımızdan!
Sonrasında bir şey demediğim halde, Portakal hiç hızını kesmedi. Birkaç tepe viraj geçtikten sonra muhtarı uzaktan görmeye başladım. İyice yaklaşmıştık ki, muhtar bir anda durup bir çeşmenin başında mola verdi. Biz devam ettik, daha doğrusu kontrol zaten Portakal’daydı, muhtara el sallayıp geçtim.
Muhtarı geçtikten bir süre sonra, yavaşladık ve köye girmeden önce Portakal dereden epeyce su içti. Evlerin arasından geçerken, kapı önlerinde oturanlarla selamlaştık. Herhalde onlar Portakal’ın gene hepsinden önce köye geldiğini konuşuyorlardır diye düşündüm. O zaman anladım ki Dedem, bunu muhtemelen her Cuma yaşıyordu ve Portakal ona özel bir prestij kazandırıyordu.
Taşköprü’ye gidip gelmeler dışında, komşu köylere giderken de, çevredeki ormanlarda gezerken de, Portakal ile birlikte bir çok yolculuk yaptık. O ne kadar güzel, ne kadar akıllı bir hayvandı; hiç unutamıyorum:
– Portakaaal. Kızııım..
(16.03.2014)
PORTAKAL. MY DAUGHTER
Before my grandfather could call out to her, she would neigh slightly when she realized who was coming down from the footsteps coming down the wooden steps of the wooden stairs leading down to the courtyard. At that time, “Şaban Buba” used to sound like this: Portakal. My Daughter. Portakal did not make another sound and waited patiently for her owner to arrive. This communication was so short that those who were not paying attention would not understand anything. I realized this magical conversation much later!
Portakal was the name of the mare of my Şaban Dede, who lived in Kastamonu Taşköprü Kiseköy Village. For a long time I wondered why it was called Portakal(orange). Later I noticed that she was completely white, but when I looked closely, there were orange spots covering her whole body among her white feathers. These small orange spots were not visible from afar and the horse looked completely white. This is probably why her name was Portakal.
As you can imagine, Portakal was a very nice horse. I remember her white bangs falling from her ears to her forehead and her long, thick mane. Her eyes were very beautiful; how smart she looked. Especially her upright stance was very noble and serene. My grandfather took great care of him. On the other hand, since we were not a wealthy family in the village, there were people who would talk about Portakal’s burden. However, she had such a valuable prestige that I understood this in my this memory I experienced later.
In those years, when the market was held on Fridays, people from the surrounding villages would go to Taşköprü on horseback and mostly on foot. Later, trucks started to work. On Friday morning, the villagers would get into the trucks in the villages, finish their work and shopping by the evening, and return to their villages with the trucks. Of course, I don’t know exactly, I’m just guessing, my grandfather probably didn’t like the empty chatter of the villagers, he always went to the market with Portakal.
On the day I would come to the village from Ankara, where I lived during my high school years, my grandfather would drop Portakal off at an inn and return by truck.The Kise Villagers I met when I went down to Taşköprü would describe the location of the inn. When I arrived at the inn, someone would prepare the Portakal for me and help me get on it. After that, it was Portakal’s job. Of course, I knew the way too, but Portakal would set off immediately without waiting for a command. Oh my God, what a magnificent journey that would be, it is not easy to describe.I would feel the strong movement of Portakal’s warm body between my legs, with every step she took. She did not care about stony dirt roads and streams, she traveled quickly and confidently. It seemed like she was as excited as I was; it was as if she wanted to reach the village as soon as possible and deliver me to my loved ones who were waiting for me.
One such day, after leaving Taşköprü and heading towards our village, we caught up with a few horsemen from Kiseköy. We continued our journey by asking how things were and talking together. We hadn’t been together very long yet, one of the villagers accelerated his horse and walked away from us without saying anything. I couldn’t understand what was happening, but the villagers immediately started to argue. The person who accelerated his horse with air was the headman of the village and he would not dare to do this while my grandfather was around. Because Portakal always beat him. They started to put pressure on me, saying, “Portakal is the strongest horse in the village, say “deh” and put out that headman’s balloon.” Even though I said, “I don’t know anything about such races, my goal is just to go to the village”, they continued to insist. They said, “You won’t do anything, just release the halter, say walk.” That’s what I did. It turns out that Portakal was also expecting this; As soon as she heard me say “deeh” in a low voice, she accelerated so much that I was surprised. I was a little scared. I hugged Portakal tightly to avoid falling. I couldn’t lift my head, the ground was flowing rapidly beneath us!
Even though I didn’t say anything afterwards, Portakal never slowed down. After passing a few hills and bends, I started to see the headman from afar. We were getting close when the headman suddenly stopped and took a break by a fountain. We continued, or rather Portakal was already in control, I waved to the headman and passed.
After passing the headman, we slowed down and Portakal drank a lot of water from the stream before entering the village. As we passed through the houses, we greeted those sitting in front of the doors. I thought they were probably talking about Portakal coming to the village before all of them. Then I realized that my grandfather probably experienced this every Friday, and the Orange gave him a special prestige.
Apart from going to Taşköprü and back, we made many trips with Portakal, including going to neighboring villages and wandering around the surrounding forests. What a beautiful, what a smart animal she was; I can never forget:
– Portakaaal. My Daughteeer..
(17.02.2024)
BİR ZAMANLAR KİSE KÖY’DE
Kise Köy’deki Baba-Ata Ocağı evimiz 26 Kasım 2011 tarihindeki son köy yangınında kül oldu gitti. Kimbilir ne kadar çok anı da beraberinde yok oldu. Bu anıları, bu evden başlayarak hayata adım atan nesiller, derleyip toparlayıp yazarlarsa pek güzel olur. Ben, kendi hesabıma bunu yapmaya çalışıyorum. İnşallah devamı gelir; neticede onca okumuş yazmış insana kaynaklık yaptı bu ev, kendi gibi anıları da buhar olup uçmamalı.
Kendi baba ve dedelerinden sonra benim Dedem de, Babamın da doğup büyüdüğü bu büyük evin, diğerini erkek kardeşiyle paylaştığı bir yarısında, oğulları ve aileleriyle yaşadılar. Babam o yıllarda yüksek tahsiline devam edip köyden ayrıldığı için ben ve kardeşlerim Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde doğduk ve halen hepimiz farklı yerlerde yaşıyoruz. Büyüyüp kendi hayatını kuran köyünden uzaklaşıyor doğal olarak. Bizden sonraki nesillerden Kise Köyü kimler hatırlayıp anacaklar, Allah bilir!
Kise Köyü, Kastamonu’nun Taşköprü ilçesine bağlı ülkemizin şirin bir dağ köyüdür. Taşköprü’nün güneyinden başlayan, bugünlerde artık asfalt olan Çiftlikköy yolundan gidilirse 12 km uzaklıktadır. Bu yol Atatürk İlköğretim Okulu’nun yanından yükselerek ilerlede bir dere yatağından devam eder. Selevat ve Yığuludaş tepelerini aştıktan sonra “Kese Köyü” yazılı bir sapakla toprak olan yol, sonunda birkaç yüksek çam ağacının yeraldığı Kurban Tepe’sinden köyü görür.
Kise Köy, bizim köyümüzdür. Çocukluğumu, gençliğimi şehirlerde yaşamış birisi olarak “Bizim Köyümüz” diye yazabilmek çok güzel; benim köyüm diyebilmek ne iç ısıtan bir duygu! Şimdilerde 64 yaşımdayım, İzmir’de emeklilik hayatımı yaşıyorum, “Gurbandepeden” köye doğru o panoramik manzarayı her düşündüğümde tüylerim diken diken olur!
Kurban Tepesi’nden bakınca yeşil otlaklardan aşağıya doğru köyün mezarlığından sonra bayırın dibinde, ortasından boydan boya bir çayın aktığı bahçelerdeki ağaçların arkasından Kise Köyü evlerinin kırmızı kiremitli çatıları görünür. Oraya her vardığımda bizim evi seçinceye kadar bakardım. Evlerin arkasından köyün korusunun yeşil tepeleri manzaraya girer. Gerisinde, bir uçtan bir uca en uzaklara kadar, koyu yeşil dağlar tepeler birbiri arkasına sıralanır. Bütün bu yeşil resmin üzerinde tertemiz mavi gökyüzü ve beyaz bulutlar panoramayı tamamlar. Geniş bir sessizliğin içinde çeşitli bitki ve çiçek kokularını teneffüs ettikçe, Dünyanın durduğunu kendinizin de yaşadığınızı bütün hücrelerinizde hissedersiniz. Burada saatlerce kalmak, gölgesinden seyrettiğim çamların rüzgardaki sesini dinlemek isterdim; ama gene de her gelişimde, bir an önce köye ulaşma arzusu ile fazla duramaz, adata uçarcasına bayır aşağı seyirtirdim.
Kise Köyü yolu çayı köprüyle geçtikten sonra, dallarla yapılmış sınırlarla çevrili bahçelerin arasından köye girer. Ahşap evlerin ve damların arasından devam eden, üzerinden geçerken kağnı gıcırtılarının kesildiği anlarda yumuşak çıtırtılarının duyulduğu soyulmuş kendir çubuklar serilmiş toprak yollar, içerilerde köyün sokaklarına dallanır. Bizim eve gideni, birkaç kıvrımdan sonra evin önündeki kuyuda biter. Ortalıkta geldiğimizi görüp sevinç çığlıkları atan kimse yoksa, tahta kapıdan seslenerek eve girmek ne güzel olurdu! Akabinde merdivenlerden pata pata çığırarak inenler, sarılmalar, öpüşmeler ve sonra birkaç gün sürecek Babannemin gözyaşları!
Babam o zamanlarda bizim köyden yüksek tahsile giden tek kişiydi. Kastamonu yatılı orta mektep ve ardından Göl Köy Enstitüsü’nü bitirip Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’ndan mezun olmuş. O zamanki deyimle Sanat Okulu Öğretmeni olarak önce Kastamonu’da, sonra da başka illerde öğretmenlik, müdürlük ve son olarak Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki Teknik Öğretim Şube Müdürlüğü ve Kimya Sanat Müdürülüğü’nden emekli oldu. Sonraki yıllarını da İstanbul’da geçirdi. Bu nedenle Babannem babamı, ilkokuldan sonra hep gurbette yaşadı. Onun için beni hep babamı anarak, “Küçük Zeynel’im” diye öper, ve hep uzun uzun ağlardı. Bazen babanneme “Neredeyse Ankara’ya dönme vaktim geldi, hala geldiğim gün gibi ağlıyorsun” diye sitem ederdim.
Lise hayatım boyunca ve üniversite yıllarımda yaz aylarında hep Kise Köye giderdim. Deniz kenarı bir yere tatile gitme olanaklarım, hadi hiç yoktu demiyeyim, ama çok azdı. Ankara ise yazları hiç çekilmezdi. Oysa köyümüz ne kadar güzel olurdu. Pırıl pırıl gökyüzü, tertemiz havası, yemyeşil bahçeler, meyva ağaçları, taze sebzeler, reçberlik hayatı, akrabalarımızın komşularımızın sıcaklığı, ve tabi ki Babannem, Dedem, Amucalarım, Yengelerim, Halalarım, Yeğenlerim.. Bu ne paha biçilmez bir zenginlikti; nerede yaşarsam yaşıyayım, ne kadar da hiç yalnız hissetmezdim kendimi!
Kimya Mühendisi olarak çalışma hayatıma başladıktan ve evlenip çoluğa çocuğa karıştıktan sonra da fırsat buldukça ailecek Kise Köy gezileri yaptık(1987-1988-1993-1994). Oğullarımı anılarımı yaşadığım yerlerde gezdirdim. Büyük Amcam’ın rehberliğinde 900 metre rakımlı Kise Köy’den daha yüksek dağ köylerindeki akrabalarımıza doğa yürüyüşleri yaptık. Babamın son yıllarında(1995-1996) yazları üçer hafta Kastamonu-Kise Köy gezmeleri yaptık. 2002’de Rahmetli Annem’i Kastamonu’ya getirdiğimde Kise Köy’e de uğramıştım. Bunlardan başka 1992, 2009 ve 2010’da Sinan’la, 2012’de MetinYavaş’la, 2013’de Bahadır ve Ayhan Yörük’le Kise Köy gezileri yaptım. Yıllar içinde o kadar çok anım oldu ki, Hakkımda köşesinde ne kadarına yer verebilirim bilemiyorum. Daha önce Portakal ile ilgili bir anımı yazmıştım. Bu defa, daha detaylı olanları sonraki yazılarıma bırakıp, köydeki anılarıma genel bir özetleme yapmak istiyorum.
Şimdi artık anılarda kalan Baba-Ata Ocağı evimiz, köy içindeki sokaklardan birinin en sonunda yeralan 3 katlı ahşap görkemli bir yapıydı. Bina birçok yekpare büyük ağaç gövdelerden çatılmıştı. Oda duvarlarında kesme tuğla, çatıda kiremit kullanılmıştı. Bizim yaşadığımız yarısına, hemen kuyunun solundaki büyük ahşap kapıdan giriliyordu. Burası evin giriş katının tamamını oluşturan toprak zeminli büyük bir avluydu. Kağnı, araba ve çeşitli eşyaların durduğu, yakacak odunların istiflendiği avlunun sağında evin ahşap payandalı giriş kapısı vardı. Sol kısımda genellikle uzun kuru ağaç tomruk ve direkler istiflenirdi. Avlunun sonunda bina bitiminde Portakal’ın damı ve sonra da arka bahçeye bitişik büyük ahır yer alıyordu.
Evin bir üst kata çıkan ahşap merdivenlerinden çıkar çıkmaz hemen soldaki küçük odada Küçük Amcamlar kalırdı. Sağda, sonunda ekmek fırının da yeraldığı büyük hol, tuvalet ve kapısı bir üste çıkan merdivenin dibinden açılan büyük misafir odası vardı. Bir üst katta hemen solda Dedemlerin odası, sağda avlu ve Büyük Amcamların odası ile tuvalet bulunuyordu. Daha yukarıdaki çatıda odalar üstündeki hacimler çeşitli depolamalar için kullanılıyordu. Bunların dışında odalarda eşya dolapları ve banyolar, katlarda birçok malzeme ve zahire ambarları vardı. O yıllarda evin tüm su ihtiyacı için kuyudan su taşınarak odalardaki depolara ve tuvaletlerin yanındaki lavaboların musluklu su sarnıçlarına doldurulurdu. Kuyu kenarında çamaşır yıkamalar ve eve su taşımalar, bayanların bütün diğer işlerine ilave, gene diğer zor işlerinden biriydi.
Köye gittiğimde bütün yaz göz açıp kapayıncaya kadar geçerdi sanki. Ne kadar da çok yapılacak iş olurdu; becerebildiğim kadar bu işlere katılmak isterdim. O yıllarda dağdan odun getirmek, çifte sabana gitmek, ekin biçmek, kendir çekmek gibi ağır işleri amcamlar hallederlerdi. Ben evdeki oğlan yeğenlerimle tarla bahçe işlerinde birşeyler yapabiliyorduk ama, küçükken genellikle bir işe yaramazdık. Kise Köy dibinden geçen çaya gider, bahçelerde gezer, meyva toplar, mısır közlerdik. Bazen köyün çevresindeki tepelerde uzun yürüyüşler yapardık. O tepelerden Kise Köyü, komşu köyleri ve karşı tepeleri seyretmeye bayılırdım. Berrak gökyüzü altındaki bu muhteşem açıklığı, rüzgarın ve çok uzaklardan gelen kağnı gıcırtılarının sesinden başka bir şey duyulmayan bu derin sessizliği yaşamak çok hoşuma giderdi.
Daha ileri yaşlarda biraz işe yaramaya başladık. Gün doğmadan çifte gidene çorba taşımalarda, bahçe bostan bozumlarında, harmanda düven sürmelerde ve şimdi aklıma gelmeyen çeşitli işlerde bazı görevler üstlenirdik. Biraz daha güçlendiğimde, kendir ekilen yıllarda kendir çekme işine bile katılmıştım!
Dedem ve Babannem sağken bu üç katlı ahşap evde çok kalabalıktık. Amcalarım ve yengelerim, onların çocukları ile toplam 12-13 kişi olduğumuzda yemek saatlerinde yere kurulan büyük tablaya sığmazdık.
Yemek zamanı büyük odada dedemin oturduğu divanın önüne bir yaygı serilir ve büyük tablaya sofra kurulurdu. Şehirden geldim diye bana tabakla servis yapılırdı. Çorba ve yemekler büyük kaplarla ortaya getirildiğinde, tahta kaşığı kapan oyalanmadan karnını doyururdu. Özellikle çocukların sofrada kalma süreleri çok kısa olabileceği için olabildiğince hızla yemeği kaşıklarlardı. Zira sofrada gülenleri Dedem hemen gönderirdi! Bu nedenle kimse gülünecek bir şey söylememeye çalışırdı. Ama her zaman sonunda mutlaka birisi kıkırdardı ve artık arkası gelirdi. Gülen atılmadan kendiliğinden tabanları yağlardı. Hatta bir defasında Küçük Amcam da güldüğünden, kuralı bozmamak için, ağzındakileri yutamadan sofrayı terketmek zorunda kalmıştı!
Büyük Amcam Taşköprü’de çalışıyordu, haftasonları ve tatillerde köye gelirdi. Küçük Amcam ve Yengelerim Dedemin talimatlarıyla günlük işlere koşturular, Babannem de evin genel düzenini ve yemek işlerini organize ederdi. Sabah gün ışımaya başladığı andan itibaren ahşap evin çatısı altında pıtır pıtır ayak sesleri, yukarıdan aşağıdan bağrışmalar, akşama kadar bir koşuşturmadır giderdi. Bu telaşe içinde, biz çocukların da oyun koşturmaları eksik olmaz, bazı abarttığımız anlarda Şaban Buba’nın fırçalarını yerdik.
O yıllarda bazı benzer büyük çaplı işler imece usulü ile yapılırdı. İmeceye katılanlar sıra ile birbirlerinin işlerini topluca bitirirlerdi. Bu hem yardımlaşa, hem de sosyalleşme adına çok yararlı bir aktivite olurdu. İmecede sırası olan evde yemekler yapılır ve tarlaya taşınırdı. Ev sahibi, kocaman köy ekmeklerini keskin bıçağıyla dilimliyerek yuvarlak sofra bezinin çevresindeki tahta kaşıkların yanına fırlatırdı. Ortaya dolu yemek tenceresi konduktan sonra o doyurucu köy ekmeklerinden bir lokmayı ağzına atan, arkasından tepeleme kaşığı boca ederdi. Bu ritüel tencerenin dibi görünene kadar devam eder, yeni tencere ortaya gelinceye kadar ayranlar eyşiler kafaya dikilirdi. O sofralarda o kadar çok yenirdi ki, şehirlilerin bunu hayal etmeleri bile zordur. Hele bir defasında dünyanın yemeği ve hatta tatlılar dahi yendikten sonra ortaya büyük bir tepsi içinde tavuklu pilav getirilmişti de, gözlerime inanamamıştım, ayni iştahla hemen bitirildiydi!
Köyde her zaman taze ekmek olmazdı. Bunun için uzun süre dayanacak kadar çok ekmek yapılan fırın günleri, başlı başına olay olurdu. Önce birkaç tahta leğende hazırlanan hamurlar, büyük somunlar halinde uzun tahta küreklerle fırına verilirdi. Ekmekten artan yerlerde çeşitli pideler pişirilirdi. Babannem sıcak pidelere mis gibi manda tereyağı sürüp bize verirdi. Bazen bal kabağı, çok ender olarak da mantar pişirilirdi. O kabakları kaşıklarla yerdik. Mantarlar çevrilip tuzlanır, hemen fırının ön tarafında köpürerek kolayca pişerdi; ortalığı saran muhteşem pişmiş mantar kokusu ünlü Taşköprü kebabını aratmazdı!
Dedem zaman zaman köyün ileri gelenlerini eve davet ederdi. Köyün öğretmeni, hocası, muhtar ve Tevfik Çavuş gibi kişiler gelirlerdi. Birşeyler yenir, çaylar içilir, sohbet edilirdi. Bu sohbetlerde Dedemin konuşmaları çok dikkatimi çekerdi. Kağıda sardığı tütünü çubuğuna taktıktan sonra benzinli çakmakla cigarasını yakar ve bir nefes çektikten sonra, acele etmeden ve tane tane konuşurdu. Genellikle o konuşurken çıt çıkmazdı. Tahsili yoktu ama aydın bir kişiliği vardı. Kurtuluş savaşı zamanlarında dağa çıktığı, hatta Babannemi kaçırdığı söylenirdi. Arada köyden ayrılıp para kazanır ve her yeniliği köye ilk o tanıştırırdı. Elektrik olmadığı yıllarda ilk transistörlü radyosuyla ajans saatlerinde köyün haber kaynağı olmuştu.
Evdeki sohbet toplantılarında bazen beni de konuştururlardı. Ay’a insan indirilmesi ile ilgili bir çok şey anlattığımı hatırlıyorum. Sanırım Dedem benimle iftahar ediyordu ve fikirlerimi duymak istiyordu. Muhtemelen onlara çok ilginç gelen şeyler söylüyordum. Bir defasında Hocanın anlattığı bir hikayeye fikir beyan etmiştim. Şöyle bir konuydu: Birisi çocuğu olursa 10 karış uzunluğunda boynuzu olan koç adak etmiş de, bebek doğunca öyle bir koç bulamamış da, hoca da bebeğin karışıyla ölçerek sorunu halletmesini önemiş. Ben yeğenlerle odanın bir köşede oturuyorduk, “Bu kandırmaca olmuyor mu, Allah adak dilenirken kastedileni bilemez mi?” diye sormuştum hocaya. Dedem Hocayı mahcup etmemek için “Oğlum, bizim o işlere aklımız ermez” deyip beni susturmuştu adeta.
Köydeki bahçelerde en çok elma armut çördük erik dut kiren(kızılcık) ceviz ağaçları vardı. Bahçe sınırlarında böğürtlenler yetiştirilirdi. Bizim “Büyük Bahçe” dediğimiz, dedemin kardeşiyle bölüştüğü için aslında hiç de o kadar büyük olmayan bahçemizdeki elmalar o kadar çok olurdu ki dalları yere değerdi. Bu elmalar yaz sonu toplanır, güzelleri evdeki büyük ahşap tahıl depolarında saklanır, kalanları kazanlarda kaynatılır ve pekmez yapılırdı. Pekmezler kışın hem sofraların tatlısı, hem de besin kaynağı olarak tüketilirdi.
Köyde hemen her evin bir köpeği vardı. Bizim de, her nedense ismi genellikle hep Alaş olan bir köpeğimiz olurdu! Köpekler gündüz insanlar tarlada bahçede çalışırken, o zamanlar elekçi veya çingene denilen kişilerden gelebilecek çalmalara karşı, evleri beklerlerdi. Özellikle elektrik olmadığı yıllarda, köpeklerin varlıkları hep güven veriyordu.
Köydeki en ağır işlerde köylülerin en büyük yardımcıları öküz veya kömüşler(manda) olurdu. Bu muhteşem hayvanlar kağnı araba çeker, çift sürer, düvene koşulurlardı. Ayrıca inekler de en önemli besin kaynağı olarak süt sağlarlardı. Sabahları gün doğarken salınan hayvanlar köy dışındaki belli yerlerde otlatılırdı.
Fırsat buldukça komşu köylere, diğer akrabalarımı görmeye giderdim. Halalarımı, annemin ve babamın başka akrabalarını ziyaret ederdim. En çok yaşıtım olan oğulları ile birlikte olmak için Yazı Köy’deki Küçük Halamlara giderdim. Oralarda biraz farklı da olsa benzer işler yapılır, benzer keyifler yaşanırdı. Ben en çok etliekmek ziyafetlerine bayılırdım. Evlerinin bulunduğu avluda etlekmek yapmak için ayrı bir mekanları vardı. “Nezik” Halam’dan sonra gelinleri de bu beceriyi aynen devam ettirdiler.
Etlekmek yapmak bir ustalık, yemek de ayrı bir keyifdi orada. Eskiden ocaklarda kendir çubukları kullanılırdı. Çok yüksek sıcaklık yapmayan kecinler yavaş yavaş ateşe sürülürdü. Böylece çiyden yapılan etlekmek içi daha güzel pişerdi herhalde.
Birkaç tane etlekmek birikince ziyafete davet edilen ilk konuk ocak dibindeki tablaya çökerdi. Etliekmek yanında ayran veya eyşi içilirdi. İlk konuk doyuncaya kadar diğerleri sıralarını bekler, son kişiye kadar bu ritüel devam ederdi. Böylece hem etlekmekler soğumadan sıcak sıcak afiyetle yenirdi, hem de bekleyenler sohbeti sürdürürlerdi. Sanıyorum Yazı Köy’de o muhteşem etlekmek partileri yapılıyordur hala. Gitsek de gene yesek!
Dedem ve Babannem öldükten sonra büyük evde düzenler değişmişti. Büyük Amcam kızı köyde evlendikten sonra diğer çocuklarının tahsili için Taşköprü’ye yerleşmişti. Emekli olunca büyük eve yakın, ama köyün hemen dışına ayrı bir ev yaptı. Önce Yengem, sonra Amcam ölünceye kadar bu evde yaşamışlardı. Oğulları Taşköprü’ye yerleşmişlerdi, küçük kızı evlenip Bartın’a taşınmıştı.
Küçük Amcam ve Yengem yangına kadar, Ata Ocağını tüttürdüler. Onların oğlu ve kızları İstanbul’da yaşamayı tercih ettiler. En son köy yangınında bizim Baba-Ata Ocağı ev de yok olunca, birkaç sene yakınlarının yanında idare ettiler. Nihayet geçen sene, yanan evin yerine, tek katlı beton bir ev yaparak Kise Köy’deki yaşamlarına devam ediyorlar.
1987 yılından bugüne kadar topladığım Kise Köy gezileri ile ilgili tüm fotoğraflarımı tarih sırasıya aşağıdaki linkte veriyorum.
Not: Albümü, aşağıdaki fotoğraflardan herhangi birine tıklayıp, açılan penceredeki veya klavyeniz üzerindeki ok işaretleri yönünde izleyebilirsiniz.
(20 Mart 2014)