ALAŞLAR
“Köyde hemen her evin bir köpeği vardı. Bizim de, her nedense ismi genellikle hep Alaş olan bir köpeğimiz olurdu!”. Bu satırları daha önce paylaştığım “Bir Zamanlar Kise Köy’de” isimli yazımdan aldım. Şimdi bu Alaş’lardan biriyle ilgili küçük bir anımı okuyacaksınız.
Doğup büyüdüğüm şehirlerdeki çevremizde köpek besleme gibi bir hobi olmadığından, köydeki Alaş’ları çok severdim. Köyde kaldığım sürece gittiğim bahçe bostan çay harman orman her yere Alaş’ı da götürürdük. Sabah kalkar kalkmaz Alaş’a seslenir, binbir emekle yapılan ekmeklerden kopardığım parçaları gizlice pencereden ona atardım. Sonraki yıllarda bizim oğlanları köye götürdüğümde aynını onlar da yaptılar!
Anlatacağım hikayeye dönersem; yaz sonu bir gün, bostan bozma zamanlardından birinde, bizim “Aşşa Bostan” dediğimiz bahçeye gitmiştik. Kise Köy çayının aktığı taraftaki bahçeler tarlalar aşağı kelimesini “Aşşa” diye kullanarak, çayın üst taraflarına yakın olanlar da yukarı anlamında “Yokarı” diyerek tanımlanırdı. Bostan Bozma da, yaz sonu bahçedeki bütün mahsülün toplanması anlamı taşırdı.
Bostan bozma işleri bahçenin büyüklüğüne bağlı olarak bir kaç gün sürebiliyordu. Bahçedeki patates, fasülye, mısır, kabak, marul, biber, domates, salatalık, kavun, karpuz gibi çeşitli ürünlerin tamamı ve ağaçlardaki meyvalar toplanırdı. Bu işler her gün akşama kadar devam ettiğinden, öğlenleri ya sabah arabayla gelirken getirdiklerimizi yerdik, ya da öğün vakti köyden tarlaya yemek taşınırdı. Bu yemek zamanlarının bütün aile hep birlikte ne kadar neşeli geçtiğini tahmin edebilirsiniz.
Akşama doğru işler biterken ürünler çuvallara doldurulur, kuru mısır gövdeleri bağlanarak desteler hazırlanırdı. Bütün ürünler ve diğer eşyalar arabaya yüklendikten sonra sığırların çektiği tepeleme araba üzerinde yolculuk yapmak çocukların çok hoşuna giderdi. Yürüyerek dönenler çabucak köye ulaşırken, genellikle Alaş arabaya eşlik ederdi.
O gün de böyle arabalı yemekli eğlenceli bir bostan bozma işinden eve döndüğümüzde, işlerin tamamı bitmediği için ertesi gün tekrar Aşşa Bostan’a gideceğimizi biliyorduk. Sabah uyanınca her sabahki gibi pencereden Alaş’a seslendim. Görünürde yoktu. Giyinip aşağıda avluda arka bahçede aradım, seslendim, Alaş yok. Evdekiler de bütün gece Alaş’ı görmediklerini söylediler. Hiç kimse buna bir anlam veremedi. Zira Alaş evden hiç uzaklaşmazdı. Hele bizim evde olduğumuzu biliyorken bu hiç mümkün değildi.
Arabaya doluşup tekrar Aşşa Bostan’a doğru yola çıktık. Alaş olmadığından keyfim kaçmıştı ve başına ne geldi acaba diye merak ediyordum.
Bahçeye vardığımızda herşey anlaşıldı: Alaş bizi kapıda karşıladı! Önce anlayamadık neden bahçede kaldığını; ama içeri girip etrafa bakınca bir ağacın gölgesindeki metal su ibriğini gördük. İçme suyunu çevredeki pınarlardan alırdık, bununla muhtemelen ayran götürmüştük. Dün gece onu arabaya koymayı unutmuşuz ve Alaş bizi köye bıraktıktan sonra tekrar bahçeye dönüp bütün gece unuttuğumuz eşyamızın başında bekçilik yapmıştı.
İşte, hiç bir saf ırk özelliği olmayan, sıradan bir köy köpeğinin asilliği budur. Köylerdeki şehirlerdeki bütün Alaş’lara selam olsun.
(27 Mart 2014)
ŞABAN BUBA
Dedem’e hitap ederken amcalarım, yengelerim, yeğenler ve Kiseköy’deki diğer akrabalarımız hep “Şaban Buba” derlerdi. Benim ona “Dede” dememi biraz yadırgarlardı herhalde. Kiseköylüler de kendisine “Şaban Ağa” diye hitap ederdi, lakabı ise “Maynak Şaban”dı; zaten bize de “Maynaklar” derlerdi. Örneğin beni şöyle tanımlarlardı: Maynakların Şaban’ın Torunu.
Maynak kolunda veya bacağında bir sakatlığı olana denirdi. Dedemin dedesinin böyle bir beden kusuru olduğundan, ailemize bu lakap takılmıştı. Kusur dediysem sadece görünüşüydü, yoksa güçlü ve çalışkan bir adamdı. Yanan Baba-Ata Ocağı evimizi yapmış; o zamanki koşullarla böyle görkemli bir ev yapabilmek, onun ne denli yaman biri olduğunu çok iyi anlatıyor. Bu evin 2-3 katını taşıyan büyük tomruklarını dağdan kağnı arabası ile taşırken sakatlandığını duymuştum.
Dedem Şaban Buba birçok bakımdan köyde tanıdığım bütün diğer insanlardan farklı biriydi. Tahsili yoktu ama aydın bir kişiliği vardı. Kurtuluş savaşı zamanlarında dağa çıktığı, hatta babannemi kaçırdığı söylenirdi. Arada köyden ayrılıp para kazanır ve her yeniliği köye ilk o tanıştırırdı.
Bu defa anılarımdaki Dedemi biraz daha anlatacağım. Aslında Dedemle ilgili çok fazla anım yok. Zira kendisinden biraz çekinirdik; Köye gittiğimde çok sokulamazdım yanına. Oysa şimdiki aklım olsa daha fazla beraber olurdum, sorular sorardım. Onun kendi zamanındaki anılarını dinleyemediğime hayıflanıyorum şimdi.
Şaban Ağa neredese asık suratlı denecek kadar sert ifadeli biriydi. Gülenden, gülerek konuşandan pek hoşlanmazdı. Yemek masasında güleni, masadan atardı. Kendisinin birkaç defa gülümsediğini hatırlıyorum ama güldüğünü hiç görmedim. Daha sonraki nesilleden Büyük Amcam ve Küçük Oğlum Can’da bu ciddi ifadeyi gördüğümü düşünüyorum.
Dedem bir şeyi anlatırken kısa ve net konuşurdu. Dinlenmediğini hissederse ağzını açmazdı; dinlemeyi bilmiyenlerle beraber olmazdı. Kendisine anlatılanı dikkatle dinlediğini, bir diyeceği varsa sözün sonunu beklediğini hatırlıyorum. Hatta öyle olurdu ki, bulunduğu mekanda bir şey anlatıldıktan sonra konuşmalar bitince, herkes Şaban Ağa’nın ne diyeceği merak ederdi.
Özetle sözü dinlenen bir insandı. Varlıklı biri olmadığı halde, ziyaretçisinin çok olmasından kişiliğinin takdir edildiğini düşünüyorum. Kiseköy’e her gidişimde, ilkokulun öğretmeni, caminin hocası ve Tevfik Çavuş gibi bazı ileri gelenlerin evin geniş misafir odasındaki ziyaretlerini hatırlıyorum. Dedem gezmeyi de sever, fırsat buldukça akraba ve dostlarını ziyaret etmeyi ihmal etmezdi. Gezme dışında para kazanmak için de köyden ayrılırdı. Dönüşte kazandığı parayla, evin bir önemli ihtiyacını sağlardı.
Elektrik olmadığı uzun yıllar boyunca ilk transistörlü radyoyu köye Dedem getirmişti. Haber dinlemek isteyenler ajans saatlerine yakın bize gelirlerdi. Dedemin dışı plastik kaplamalı, kasası tahta pilli bir radyosu vardı. Sol taraftaki düğme saat yönünde “Çıt” sesiyle açılır açılmaz çalmaya başlardı. Eğer istasyon yerinde değilse sağ taraftaki düğmeyle ayarlanırdı. Haber saatlerini(o zamanlar Ajans Vakti denirdi), yelek cebinden çıkardığı köstekli saatinin kapağını açarak kontrol ederdi. Beş dakika kala radyonun duvardaki raftan oturduğu yere getirilmesini talep ederdi. Radyoyu dikkatlice açar, ajans başlayınca sesini yükselttiğinde kimse konuşmazdı. Haberler bitince Dedem radyoyu hemen kapatırdı; önemsiz şeyleri duymak istemezdi.
O zamanlar bizim Ankara’daki evimizde AGA marka bir elektrikli radyomuz vardı. Açtıktan sonra lambaları ısınsın diye bir süre beklerdik. Bu radyodan haberler ve batı müziği dinlerdim. “Arkası Yarın” temsil programlarını ve istekleri çalan “Dilek Kutusu” programını hiç kaçırmazdım. Yıllar sonra bir köye gidişimde Halaoğlu yeğenim otomobildeki kasetleri görünce “ Hala bu gıygıyları dinliyor musun?” diye takılmıştı.
Şaban Buba evde çok otoriterdi. Yapılacak işlerde tek karar vericiydi. Sanırım öneriler alırdı ama tartışmaya pek girmez, talimatı verirdi. Kendisine karşı fikir beyan etmek zordu. Üst kattaki odasından direktifi alanların bazen merdivenlerden inerken söylendiklerini, kabul ettiremedikleri fikirlerini yüksek sesle tekrar ettiklerini duyardım. Ben de onun otoriter doğasından hoşlanmıyordum ve muhtemelen bu yüzden ondan biraz korkuyordum.
Diğer taraftan Babannem, yengelerim her isteğimi onaylarlar, her söylediğimi gülümsiyerek karşılarlardı. Böyle olunca da özgürlüğün tadını çıkarır, köyde istediğimi yapardım. Ancak Dedem evdeyken ahşap merdivenlerde, hollerde pata küte koşamazdık. Yeğenlerimle evin büyük çatısı altındaki odaları birbirine bağlayan kalın ağaç gövdelerin üzerinde gezinmemizi istemezdi. Çocuk aklımla, kısıtlandığımı düşünürdüm. Bu 3 katlı evde rahat rahat yaramazlık yapmak için, Dedemin evde olmadığı zamanları beklerdik!
Dedemin kuzu çevirmesi çok anlatılırdı. Sadece çok özel günlerde yapılan bu ziyafeti ben de bir defa yaşadım. Galiba Annem, Babam ve Kardeşlerim de geldiği için hemen tüm aile toplanmıştık. Dedemin üst kattaki büyük odasındaki ocakta kuzu ateşin önünde çok yavaş çevirilerek pişerken akan suları tepsilerde birikirdi. Etsuyuna kadınların açtığı taze yufkalar bandırılıyordu. Kuzunun pişmesi ve sohbetler neredeyse sabaha kadar sürmüştü. Biz çocuklar yemek için uyandırıldığımızda ben pek bir şey yiyememiştim ama büyüklerin nar gibi kızarmış eti iştahla yediklerini hatırlıyorum.
Bu yazımı, dedemin Ankara’ya bizi ziyarete geldiğinde beni göz doktoruna götürüşüyle ilgili anımla sonlandıracağım. Lise yıllarıma kadar sağ gözümün net görmediğini söylerdim hep. Kimseler de dikkate almazdı nedense. Dedemse duyar duymaz “Kalk, doktora gidiyoruz” dedi. O zamanlar Yenimahalle’de oturuyoruz, bindik treleybüse Ulus’a vardık. Oradan da yürüyerek Samanpazarı mevkiinde bir göz doktorunun muayenehanesine geldik. Orada görevli bir Kiseköylü hemşerimiz Dedemi hürmetle karşıladı ve benim anlattıklarımı dinledi. Bir süre sonra doktorun muayenehanesine geçtik. Muayene sonunda Doktor sağ gözümde doğuştan göz tembelliği olduğunu ve artık bu yaşta yapılacak bir şey olmadığını söyledi. Gene de bir gözlük raporu yazıp elimize tutuşturdu. Akşam Dedem ihmal ettiği için Babam’a kızarak bizim hikayeyi anlattı. Babam da, subay olan Dayım ile temasa geçerek, Gülhane Tıp Akademisi’nde bir göz doktoruna muayene olduysam da ayni sonucu aldık. Neticede artık iyileşme ümidi olmadığı halde bana bir gözlük alındı ve işte o günden beri halen gözlüklüyüm. Dedemin görme durumuma anında gösterdiği bu duyarlılığını hiç unutamam.
Gerek bizim köy ziyaretlerimizde, gerekse Dedemin Ankara ziyaretlerinde Ayşen’i beğendiğini sezerdim. Onun eğitimli ve bilgili bir kadın oluşundan etkilenirdi. Gene de takılmadan edemezdi; bir defasında bizde içtiği bir domates çorbasını ekşi bulduğu için “ A Gızım, buna biraz da şeker koysaydın ya” diye takıldığını hatırlıyorum. Bir Kiseköy ziyaretimiz köy düğününe denkgelmişti. Kiseköylü kadınlar Ayşen’i düğün evine götürmeye kalktıklarında, Dedemin “Sakın oyuna kalkma Gızım, sonra arkandan taklidini yaparlar” diyerek uyardığını söylemişti Ayşen.
Namazını orucunu ihmal etmezdi. Ama dindarlığını teşhir ettiğini hiç görmedim. Kendi ibadetini kendi vicdanında yaşardı. Bu konularda çok konuşulmasından ve abartılı yaklaşımlardan hoşlanmazdı.
Son yıllarında zayıflamış, iyice güçten düşmüştü. Bir gün çok rahatsızlandığını Babama haber vermişler. Babam bir doktorla Kise Köye gitmiş. Muayene sonunda doktor babama demiş ki: Babanızın bir hastalığı yok, ama yakında ölecek”.
1982’de vefat ettiğinde 81 yaşındaydı. Yaşarken kıymetini bilip onu konuştursaydık da keşke daha fazla şeyler yazabilseydim. Gene de yapabileceğim bir şey daha var. Bu Yaz Kiseköy’e gitmeyi planlıyorum. Yanan baba ocağı evimizin yerine kendi evini yapan Küçük Amcamı ve Yengemi ziyaret edeceğim. Onlarla birlikte Dedemle ilgili anılarımızı paylaşıp, dönüşte bu yazıma eklemeler yapacağımı umuyorum.
Bende Dedemin verdiğim bu 2 tanesi dışında başka bir fotoğrafı yok, köydekiler de muhtemelen yangında yok olmuştur. Şimdi bu yazıyı okuyup da Dedeme ait bir fotoğrafı olan bana gönderirse çok mutlu olurum. Heyecanla bekliyorum.
Son olarak, sağken Dedeme hiç böyle hitabedememiştim, bari yazımın sonunda sesleneyim:
– A Bubaa.. Şaban Buba..
(31 Mart 2014)
KİSE KÖY’DEN PAŞA KÖYÜ – 19 Ağustos 1993
Taşköprü Kise Köy’den Paşa Köyü’ne yürümek, 1991’de İzmir’de başladığımız doğa sporlarından sonra, bir süredir hayalini kurduğum bir etkinlikti. Ege’nin dağlarında yürüyerek yaşadığımız güzelliği, Batı Karadeniz yaylalarında da yaşamak istiyordum. Nihayet 1993 ve 1994 yılları yaz aylarında, Lütfi Amcam’ın rehberliğinde, hem de 2 kez bunu gerçekleştirdik.
Paşa Köyü’nde Babamın Dayısı Hasan Yavaş’ın ailesi yaşıyor. Hasan Yavaş o yıllarda Sanat Mektebi Müdürlüğünden emekli olmuş, köyüne yerleşmiş. Babamla çok iyi anlaştıklarından Taşköprü’de ve Ankara’da birçok defa görüşmüştük. Hasan Yavaş başlı başına ayrı bir yazı konusu olacak, çok sevdiğim ve saydığım değerli bir akrabamdı. Bu vesile ile de görüşmek ayrıca ilginç olacaktı.
Yörede İmirler olarak bilinen Paşa Köyü, tipik Karadeniz mimarisi ahşap evleri ve muhteşem manzarası ile Taşköprü’nün çok güzel dağ köylerinden birisidir. HasanYavaş Dayı’nın evinin pencerelerinden vadiye doğru bakınca evin bahçesinin bitimindeki ahşap damların arkasından, eğer sissiz bir günse, alabildiğine uzaklara kadar sonsuz sayıda yeşil tepeler panoramayı doldurur. İşte sadece bu manzarayı bir daha görmek için bile gitmeye değer bir yer İmirler!
1993 yılı Ağustos ayında Cem, Can ve Ayşen Kise Köy’e gitmiştik. Birkaç gün sonra Paşa Köyü’ne yürüyerek gitme projemi Amcama açtığımda başlangıçta pek aklı yatmamıştı. Zira 1000 metre rakımlı Paşa Köyü araç yolu ile Kise Köye 22 km mesafedeydi. Bazı yerlerde toprak yoldan ayrılıp patikadan kestirme yapsak bile, tahminen yaklaşık gidiş dönüş 30 km kadar yürümeyi gerektiriyordu.
Ayni günde yaz sıcağında bu kadar yürümek, dönüş iniş olsa bile Paşa Köyü’ne kadar hep yokuş yukarı yol almak, bizim ailecek yapabileceğimiz bir iş gibi gözükmüyordu Amcama. Ben ısrarlı olunca Cem ve Can gelsin ama Ayşen Hanımı götürmeyelim şeklinde bir öneri getirdi. Kendisine 3 yıldır doğa sporları kulübümüzle İzmir ve çevresindeki dağlarda, o güne kadar tamı tamına 71 dağ yürüyüşü yaptığımızı ve Ayşen’in de bunların 58 tanesine katıldığını anlattım. Amcamı zar zor ikna ettikten sonra, dönüşte geceye kalmamak için sabah erkenden yola çıkmak üzere, yürüyüş gününü belirledik.
19 Ağustos 1993 Perşembe Sabahı erkenden kahvaltı yapıp Lütfi Amcamın evinden yola çıktık. Rotamız, Kise Köy’den Kuzeydoğu istikametinde devam eden Paşa Köyü yolunu takip ederek patikalardan yürümek. Başlangıçta Çaylaklar Köyü’ne sapmadan kestirme yapıp Sakız Köyü yakınlarındaki çeşme başında mola veriyoruz. Henüz Kise Köy’ün gözüktüğü bu ilk molada herkes gayet zinde gözüküyor. Lütfi Amcam ertesi gün yaptığımız sohbette aslında buraya kadar geldikten sonra döneriz diye düşündüğünü anlatmıştı.
Moladan sonra devam ederek şimdi ayrıtılarını hatırlayamadığım rotamızdan yürüyüşü sürdürdük. Çevremizin yemyeşil olduğunu ve her tarafta Ege’de gördüğümüz bahar çiçeklerine rastladığımızı hatırlıyorum. Zira Karadeniz yaylaları baharı Ege’ye göre daha geç yaşıyor. Bir ilginç husus, bu bölgedeki meşelerin yapraklarındaki ıslaklıklar dikkatimizi çekmişti; yaladığımızda bal tadı alabiliyorduk!
Paşa Köyü sınırlarına girip, uzaktan HasanYavaş’ın evini gördüğümüzde mola verip öğle yemeği yiyelim dedim. Lütfi Amca evde yeriz dediyse de, habersiz gittiğimizden insanları sıkıntıya sokmayalım diyerek, beraberimizde getirdiklerimizle karnımızı doyurmak üzere, pratik ocakta su kaynatıp çay yaptık.
Yemekten sonra dinlenmek için oyalanmadan toparlandık. Zira evde de belli bir süre kalacağımız için geceye kalmayacak şekilde dönüşe geçecektik. Çok yakında olduğumuzdan çabucak eve ulaşıp kapıdan seslendik. Bir yandan da kapıyı açıp eve çıkarken bizi görenlerin şaşkınlıklarını hiç unutmuyorum: Viliiiy, hiç motor sesi duymadık!
Ahşap merdivenlerden çıkarken yürüyerek geldiğimizi anlattıysak da pek inandırıcı olmadık! Hasan Yavaş bizi çoşkuyla karşıladı, bayanlara seslendi hemen sofrayı kurmaları için. Biz yemek yedik dediysek de dinlemedi; sofrayı döşetti. Hepsi kendi üretimleri olan kaymaktan bala, ekmekten peynire, tahmin edebileceğiniz bütün doğal gıdalarla gerçekten sofrayı döşetti.
Tok ağırlamak zordur derler, biz de birçok şeyde nazlandık; ama gene de bu güzel ürünlerden yedik. Yemekten sonra çay faslında misafir odasının penceresinden muhteşem Paşa Köyü manzaralarını seyrederek sohbet ettik. Bir ara bir de baktım ki Lütfi Amcam otuduğu yerde uyuyakalmış!
Geceye kalmamak için bir süre sonra kalkmak için davrandığımızda, gerçekten de çok zorlandık yatıya kalamayacağımızı ikna etmek için. Hiç olmazsa arılarımı görün dedi HasanYavaş. Kendisi varken kovanlara yaklaştığımıznda arılar onu tandıklarından bir şey yapmazlarmış. Biz uzaktan izlemeyi tercih ettik, sadece bir hatıra fotoğrafı çektim.
Hasan Yavaş Ailesinden vedalaşıp ayrılmak gerçekten çok zor oldu. Her kademede yeniden ısrar edildiyse de, bu etkinliği bitirmek istiyoruz diyerek tekrar tekrar ikna turları attık!
Doğal olarak dönüş hep iniş olduğundan daha hızlıydı, ancak son kısımlarda hava karardı. İyice karanlıkta biraz zorlandıysak da sonunda tahminen 21-22 sularında salimen evimize ulaştık. Son birkaç saatte Ayşen’in dizi ağrıdığı için, ertesi günkü Kise Köy Yazı Köy yürüyüşümüzde otomobili getirme işini üstlendi.
Bu etkinliği bir sene sonra ayni şekilde tekrarladık. Takvimler 27 Haziran 1994 tarihini gösterdiğinde ayni ekip, ayni şekilde gene Kise Köy’den Paşa Köy’e yürüdük. Gene merdivenlerde şaşkınlık konuşmaları yaparken şöyle diyordu Hasan Yavaş’ın Ailesi: Geçen sene yürüyerek gelmiştiniz, çok üzülmüştük(!). Biz gene yürüyerek geldiğimizi söyleyince, gene çok şaşırdılar ve gene biraz üzüldüler sanki; zira arabamız olmayınca fazla kalamıyorduk misafirliklerinde!
Bizim ailecek Kise Köyü’nden Paşa Köyü’ne yürüyerek gitme etkinliklerimizin kısa öyküsü işte böyle. Sonraki yıllarda da tekrarlamayı arzu ettim, ama olmadı; çocukların lise-üniversite yılları başlamıştı. Artık onlar kendi ayakları üzerinde durmak ve başarılara uçmak için kendi gündemlerini yaşamaya başladılar.
(27 Nisan 2014)
Not: Paşa Köyü etkinliklerimizden sadece ikincisinde aşağıdaki 10 adet fotoğrafı çekmişim. Fotoğraflardan herhangi birine tıklayıp, açılan penceredeki veya klavyeniz üzerindeki ok işaretleri yönünde izleyebilirsiniz.