Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra okullarda kullanılmak üzere yazılan ilk dört tarih kitabımızın Sümerlerle ilgili bölümlerini sizlerle paylaşıyorum. Anlaşılması güç bazı kelimeleri günümüz Türkçesi’ne çevirdim. Bu metni hazırlamak saatlerimi aldı. Bu değerli kitap serisi zaman içinde değiştirilerek müfredattan çıkarılmıştır. Lütfen öğrencilerin, akademisyenlerin ve yazarların işine yarayacak şekilde konu kalsın ve bu başlığı saptırmayın. :)) Vaktim olduğunda bu konuyu güncellemeye devam edeceğim. Her güncellemede eklediğim tarihi belirteceğim, böylece okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz. Elimdeki 4 kitabın pdflerden alıntıların devamı gelecek konuyu takipte kalın.
10.06.2024
1 Cilt: 30. Sayfa:
Türklerin Aşağı Mezopotamya’ya inislerinde Önasya, Sumer, Elam ve Eti ırmak boyları bataklık halindeydi. Cetveller ve kanallarla suların zararını gidermek, toprağın düzenli sulanmasını temin etmek için bu mülteci kafilelerin gösterdikleri kabiliyet ve maharet, ilk geldikleri zamandan itibaren medeni seviyelerinin yüksek olduğuna delil sayılmaktadır. Bunların bir taraftan Dicle ve Fırat, diğer taraftan Kerka ve Karun ırmakları boylarında ve ağızlarında kurdukları medeniyet, güzel sanatların, siyasi ve içtimai hayatın gelişimi açısından oldukça verimli olmuştur. Bu medeniyet Sumer-Elam medeniyeti unvanlarıyla anılır. Türklerin en az yedi bin yıldan beri gelip yerleşerek kendine kutsal yurt edindiği Anadolu’da yapılan tahribatlar, bugün milattan önce 4,000 yıla dayanan Anadolu-Eti medeniyetinin kökenini, her an birkaç asır daha gerilere götürmektedir.
Anadolu medeniyetinin, Mezopotamya veya Mısır medeniyeti kadar eski olmadığı iddiası geçerli değildir. Zira, Mezopotamya ile Anadolu’yu işgal eden insanlar aynı ırktan ve aynı menşeden gelirler. Bu nedenle, geldikleri yerlerden aynı dönemlerde aynı medeniyeti getirmiş olmaları doğaldır. Alişar höyüğü kazıları derinleştikçe elde edilen buluntular ve Karkamış harabesinin daha altında bulunan Birinci Karkamış eserleri bu iddiayı kesin olarak doğrulayabilir.
Anadolu’daki Eti medeniyetinin önemi gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır. Eti Müttehidesi’ne ait olan ve diğer hükümetlerin yanı sıra yabancı komşu devletlere de uzanan yolları, muazzam tapınakları, heykelleri ve Mısır’ınkilerden çok daha mükemmel olan sfenksleri ile Boğazköy’ün toprak örtüleri altında, bugünün insanlığının hayranlıkla karşıladığı Eti medeniyeti, canlılık ve zenginlik noktalarında olağanüstü bir gelişimin şahididir.
1 Cilt: 51. Sayfa:
Orta Asya’da gök doğa dininin bu kadar eskiliği ve Güneş ile Ay’ın o zamanlarda bile tanrılar olarak kabul edilmesi düşünülürse, Sumerlerde ve Etilerinde görülen, daha sonra Mısır’a, Fenike’ye, hatta İbranilere geçen Güneş ve Ay tapınmalarının kökeni anlaşılabilir. Demek ki Orta Asya’da gök doğa dininin başladığı ilk zamanlarda batıya göç eden Sumerler ve Etiler, bu dini beraberlerinde götürmüşlerdi.
Sonuç olarak, Orta Asya’nın henüz kuraklığa mahkum olmadığı, yüksek dağlardaki buz kütlelerinin erimesinden kaynaklanan akarsuların sık sık bol yağmurlarla birleşerek her yeri yeşillendirdiği dönemlerde, doğanın tüm güçlerinin takdir edilmesi çok doğaldır. Bu yüzden Türklerin eski dinleri, doğa tapınmacılığıdır. Bu din, tarım topluluklarının dinidir çünkü doğanın ritmi, tarım toplulukları için her yılın hasat mevsiminin gelmesi gibi tüm keyiflerin ve neşenin kaynağıdır.
1 Cilt: 75. Sayfa:
Hindistan’ı ilk ele geçirenler, Altaylardan gelen Dravit Türkleri olmuştur. Dravitlerin Hindistan’ı ne zaman istila ettikleri kesin olarak bilinmemektedir. Bugün Dravitler, Kuzey Hindistan’da, Belucistan’da ve en çok güneyde Deccan’da bulunduklarına göre, zamanında tüm Hindistan’a hakim oldukları düşünülmektedir. Dravitler, Hindistan’da Bakır Çağı’na ait bir medeniyet geliştirmişlerdir; bu medeniyetin M.Ö. 3000 yılına kadar uzanan izleri, Sind Irmağı üzerindeki Mohenjo-Daro ve Harappa şehirlerinde bulunmuştur.
Dravit medeniyeti, tüm Önasya medeniyetleriyle benzerlik ve yakınlık göstermektedir. Dilleri Sümerceye benzer. Hepsinin Orta Asya Türk medeniyet ailesinden olduğu kabul edilir. Dravitler, önce Kuzey Hindistan’da yerleşmiş ve etkilerini oldukça genişletmişlerdir. Daha sonra kuzeyden gelen etkilerle sürüklenerek güney bölgelerine yerleşmişlerdir.
1 Cilt: 88. Sayfa:
Tarihten evvelki zamanlarda, bahsettiğimiz bölgelere Orta Asya’dan çeşitli Türk kabileleri gelip yerleştiler. Bu kabilelerin tarihleri, en dikkatli hesaplamalarla bile M.Ö. 5-6 bin yıl öncesine kadar uzanmaktadır.
Bu tarih döneminin başlangıcından itibaren üç kavim – ikisi Kaido’da ve biri Elam’da – birbirleriyle temas halinde görülürler. Sumerler, Kaido’nun güneyinde, Sumer bölgesinde yer alırken, Akatlar ise Kaido’nun kuzeyinde, Akad bölgesinde yerleşmişlerdi. Bu kabileler, genel olarak Kaido’ya “Kalam” derlerdi. Elamlar ise, Kalam’ın doğusunda kendi adlarını verdikleri kıtada yerleşmişlerdi.
M.Ö. 2100 civarında Babil’in çevresinde görülen Samiler ve Ninova’nın etrafında yerleşen ve milattan 1300 yıl önce güçlenen Asurlular, eski Türk kabileleriyle karıştırılmamalıdır. Babil ve Asur tarihleri, zaten tarihin içinde yer alır. Türkler, bu medeniyetlere gelmeden önce zaten gelişmiş bir kültüre sahipti. Bu kabilelerin medeni bir hayat yaşadıkları, şehirlerde oturdukları şüphesizdir; madencilikte ve çeşitli sanatlarda ilerlemiş bir topluluk idiler.
1 Cilt: 88. Sayfa:
Bu kabileler, ilk geldikleri zaman nehirlerin taşkınlarından korunmak için, şehirlerini kendileri tarafından inşa edilmiş yapay tepeler üzerine kurmuşlardır. Tuğladan evler, tapınaklar ve saraylar inşa etmişlerdir. Büyük sürülerle sığırlar, atlar, koyunlar ve keçiler beslemişlerdir. Tarımı ve tarlaları sulamayı bilirlerdi. Madenleri işlemiş ve madeni silahlar ile ziynet eşyaları üretmişlerdir. Heykeltraşlıkları henüz basit ve az sanatkarane idi. Ancak yazıları büyük bir ilerlemenin işaretidir. Sumerler Mezopotamya’ya geldiklerinde yazı yazmayı biliyorlardı. Bu yazı daha sonra “Çivi yazısı – mihihat” olarak adlandırılmıştır. Dilleri Altay Türkçesi idi. Sami lehçesi daha sonraki zamanlarda karışmıştır. Akatlar hakkında bazı bilim insanları onların da Sumerlerle akraba olduğunu söylerler. Ancak büyük ölçüde Samilerle karışmış oldukları anlaşılır. Elamlar da Sumerler gibi, belki aynı göç dalgası içinden Orta Asya’dan gelmiş Türklerdir. Bu kabileler, Sami dünyasından kesinlikle ayrı ve uzak bir kökene sahiptir. Dilleri Türkçe idi ve bazı yazılı eserler bunu doğrular niteliktedir. Elamlar, Sumerlerden çok daha eski dönemlerde büyük bir medeniyet geliştirmişlerdir. Elamlar, M.Ö. 2300 civarında fetihlerini komşu bölgelere kadar genişletmişlerdir. Bu kabilelerin merkezi olan Sus şehrinde bulunan arkeolojik buluntular, medeniyetlerinin yüksek seviyesini göstermektedir. Anlaşıldığı kadarıyla, Ur, Uruk, Nippur ve diğer birçok büyük Türk şehri, Babil ve Ninova’dan çok daha eski bir tarihe sahiptirler.
Bu kabileler, ilk geldikleri zaman nehirlerin taşkınlarından korunmak için, şehirlerini kendileri tarafından inşa edilmiş yapay tepeler üzerine kurmuşlardır. Tuğladan evler, tapınaklar ve saraylar inşa etmişlerdir. Büyük sürülerle sığırlar, atlar, koyunlar ve keçiler beslemişlerdir. Tarımı ve tarlaları sulamayı bilirlerdi. Madenleri işlemiş ve madeni silahlar ile ziynet eşyaları üretmişlerdir. Heykeltraşlıkları henüz basit ve az sanatkarane idi. Ancak yazıları büyük bir ilerlemenin işaretidir. Sumerler Mezopotamya’ya geldiklerinde yazı yazmayı biliyorlardı. Bu yazı daha sonra “Çivi yazısı – mihihat” olarak adlandırılmıştır. Dilleri Altay Türkçesi idi. Sami lehçesi daha sonraki zamanlarda karışmıştır. Akatlar hakkında bazı bilim insanları onların da Sumerlerle akraba olduğunu söylerler. Ancak büyük ölçüde Samilerle karışmış oldukları anlaşılır. Elamlar da Sumerler gibi, belki aynı göç dalgası içinden Orta Asya’dan gelmiş Türklerdir. Bu kabileler, Sami dünyasından kesinlikle ayrı ve uzak bir kökene sahiptir. Dilleri Türkçe idi ve bazı yazılı eserler bunu doğrular niteliktedir. Elamlar, Sumerlerden çok daha eski dönemlerde büyük bir medeniyet geliştirmişlerdir. Elamlar, M.Ö. 2300 civarında fetihlerini komşu bölgelere kadar genişletmişlerdir. Bu kabilelerin merkezi olan Sus şehrinde bulunan arkeolojik buluntular, medeniyetlerinin yüksek seviyesini göstermektedir. Anlaşıldığı kadarıyla, Ur, Uruk, Nippur ve diğer birçok büyük Türk şehri, Babil ve Ninova’dan çok daha eski bir tarihe sahiptirler.
1 Cilt: 91. Sayfa:
Akkad’da dört büyük şehir bulunmaktadır: Kiş, Aksak, Opis ve İsin. Orta Fırat üzerinde ise Mari adında ayrı bir şehir vardır. Gutiyanlar Dicle’nin kıyısına yakın bölgelerde, Elam’da ise Sus’un yanı sıra Avan ve Anan Hamazi gibi şehirler bulunmaktadır. Bu şehirlerin yanı sıra, Nippur’da Enlil’in tapınağı ve Sumer’de Lagash (Tello) da önemlidir. Bugün yerleri bilinen diğer birkaç şehirin yanı sıra, yerleri belirlenememiş büyük şehirler de vardır.
Büyük şehirler, birbiri ardına gelen çeşitli hanedanlara başkentlik yapmıştır. Bir bölgede bu kadar çok şehrin başkent olması ve çeşitli kralların iktidarlarını sürdürmeleri, bu devletin idari, mali ve askeri düzeninin ve kaynaklarının zenginliğinin ve yüksek bir medeniyetin işareti olarak kabul edilir. Genel olarak, tehlikenin henüz az hissedildiği dönemlerde, Elam, Sumer ve Akadlar tamamen birbirine bağlı olmak yerine, her biri kendi siyasi varlığını sürdürmüştür. Ancak zamanla, artan tehditler, liderlere sağlam bir birliğin gerekliliğini gösterdi. Bu nedenle, komşularına güçlerini göstermek ve ekonomik ve entelektüel yeteneklerini daha parlak bir şekilde geliştirmek amacıyla ortak bir devlet kurdular.
Bu döneme kadar, Sumer, Akad ve Elam her birinin kendi içinden gelen hanedanları vardı. Ancak bundan sonra, bir yönetim altına gireceklerdi. Yeni yönetimin siyasi yapısı böyle olmasına rağmen, bilinen on bir krallık şehri hala ayrı ayrı bağımsızlıklarını koruyordu. Bu siyasi yapı nedeniyle, Samiler iktidara geldikleri zamana kadar (M.Ö. 2225), krallık şehirleri, başkent olma rolünde ısrar etmedi.
Bu durumda, dönüşümlü olarak:
• 3 kez Sumerlere,
• 4 kez Akatlara,
• 2 kez Elamlara,
• 1 kez Mari’ye,
• ve 1 kez de Gutiyanlara geçildi.
Bu durum, siyasi birliğin devam ettiği süre boyunca, bir şehrin kendi lehine birleşmediğini, genel olarak güçlerin dengelendiğini göstermektedir.
1 Cilt: 93. Sayfa:
Sumer şehirlerinden birinin kralı, tek başına hakim olma arzusuna kapıldı ve komşularına saldırdı (M.Ö. 3050). Bu adamın torunu, aynı şekilde devam etti ve diğer şehirleri de ele geçirmeye çalıştı. Bunu yaparken, devletin düzenine zarar verdi ve gücü zayıfladı. Bu durumdan faydalanan biri olan Sargon, Sargon ve Oğulları olarak adlandırılan birisi, M.Ö. 2850’lerde Akad’da bir imparatorluk kurdu. Akad’a tamamen hakim olduktan sonra Anadolu, Toros ve Suriye istikametlerine seferler düzenledi. Elamlar, yalnızca kendi bağımsızlıklarını korumakla yetinirken, Sargon’un soyu, imparatorluğu güçlendirmek için çalıştılar. Büyük bir donanma inşa ederek Akdeniz sahillerine kadar ilerlediler.
Mısır ile olan ilişkiler, eskisinden daha da yoğunlaştı. Bu nedenle, bazı Mısır düşünceleri ve felsefeleri Akad’a geçti. Akad hükümdarları, Firavunları taklit ederek, tapınaklarda kapalı duran tanrıların yerine kendilerini koydular ve insanları kendilerine tapmaya zorladılar. Bu durum Sumerlilerin isyan etmelerine neden oldu. Bu isyanın sonucunda (M.Ö. 2648-2623), Sargon Hanedanı Sumer hükümdarlığını devraldı. Bu, dördüncü Ur Hanedanı’ydı; ancak bundan önce üç Ur ve Uruk Hanedanı daha gelmişti. İlk hükümdarları Ur-Nammu, Ur şehrini inşa etti ve muhteşem yapılarla süsledi. Kapıları tunçtan bir tapınak ve yüksek bir sur ile süsledi; bu yapılar, tüm bu abidelerin içindedir.
Dördüncü Sumer hanedanından sonra, Hazar Denizi civarından gelen bir hanedanlık hakim oldu. Onlar, Kaidede 120 yıl boyunca hüküm sürdüler, ancak Sumerlilerin tekrar isyanıyla ülkeden kovuldular. Yeniden güçlenen Sumer kralları, bir yandan Filistin’e sefer düzenlerken, diğer yandan eski müttefikleri Elamlara saldırarak Sus’u ele geçirdiler.
Bundan sonra, Kalde ülkesinde karmaşa ve sonuçlar ortaya çıktı. Kalde, güneyden ve doğudan istilaya uğradı. İlk olarak, Elamlar kendilerini topladılar ve karşı saldırıya geçerek Mezopotamya’yı işgal ettiler ve Filistin’e kadar ilerlediler. Elam kralından Kutur, Filistin hükümdarı unvanını aldı. Ancak, mağluplar Elamlara karşı karşı taarruza geçerek onları geri çekilmeye zorladı ve Mezopotamya’ya kadar izledi ve mağlup etti. Bu şekilde, Kaidedeki hükümdarlık, Yukarı Fırat’ta yerleşen bir Sami hanedanına geçti (M.Ö. 2307-2095).
Bu karmaşık durum, Babil Hanedanı’nın ortaya çıkmasına neden oldu (M.Ö. 2225-1926). Bu durumda, binlerce yıl birlikte yaşayan ve daha sonra birbirlerinin düşmanı haline gelen Sumer-Akad ve Elamlar arasındaki çekişmeler, sonunda Samilerin istilasıyla son buldu.
1 Cilt: 96. Sayfa:
Sumerler bazı hayvanları evcilleştirip onları yetiştiriyorlardı. Koyun, keçi ve domuz besliyorlardı. Bu hayvanların yünlerinden kumaşlar dokuyorlardı. Evlerinde dokuma tezgahları olduğu gibi, çeşitli tezgahlı dokuma atölyeleri de bulunuyordu.
Ziraatta ileri gitmişlerdi. Saban gibi günümüzde bile kullanılan çeşitli ziraat aletlerine sahiptiler. Kanallar aracılığıyla tarlaları sulayarak hububat yetiştiriyorlardı. Özellikle nehir kenarlarında, toplu olarak kanallar açılarak ve bilimsel yöntemlerle nehir kontrol edilir, sulamalar yapılırdı. Sumerlerin refahı ziraat ve ticarete dayanıyordu. Ziraat esasına dayalı olarak düzenlenen ülkenin bir kısmı hükümdara, diğer bir kısmı da bireylere ait çiftliklere ayrılmıştı.
Bakır ve altın madenlerinden faydalanıyorlardı. Maden döküm işlerini ve madenlerden halita yapımını biliyorlardı. Kullandıkları aletler, Mısırlıların ve hatta tarihi dönemlerde kullanılanlardan çok daha gelişmişti. Başlangıçta bakırı, daha sonra altını ziynet eşyası olarak kullandılar. Kadınların, değerli taşlardan yapılmış kolyeleri vardı. Mezopotamya’da taş bulunmadığı için, binalar için başka bir malzeme kullanılıyordu. Sumerler, yapılarını fırında pişirilmiş tuğladan veya güneşte kurutulmuş kerpiçten yapıyorlardı. Tuğladan yapılmış büyük binaları ve abideleri vardı. Örneğin, Kiş’te bulunan tuğla saray geniş bir alanı kaplıyordu. Bu sarayda ve diğer yerlerde tuğladan yapılmış devasa sütunlar bulunuyordu. Duvar süslemeleri son derece mükemmeldi ve bu süslemelerden sedef işçiliğini de bildikleri anlaşılıyordu. Kiş sarayı, o dönemin refahını ve mimarların, sanatçıların yüksek yeteneklerini gösterir niteliktedir.
Bu kadar eski zamanlarda, Sumerler, sütun, kemer, kubbe gibi mimari şekilleri bilerek genellikle kullanmışlardır, ki bu şekiller ancak binlerce yıl sonra genel olarak kullanılmaya başlamıştır.
1 Cilt: 97. Sayfa:
Sümerlerin inşa ettiği sun’i tepeler üzerine kurulmuş mabetler, ki meşhur Babil Kulesi bunlardan biridir, mimari eserlerin harikalarından sayılabilir. Bu yüksek mimari, anlaşılan medeniyet seviyesini yansıtır ve mezarların zenginliğinde de görülmektedir. Altın ve gümüş eşyalar, silahlar, kıymetli madenlerden yapılmış aletler mezarlarında sıkça bulunmuştur. Bu mezarlar genellikle sedef tezyinatı ile süslenmiştir. Hükümdar mezarlarında altın serpuşlar, hükümdarın adını taşıyan altın kupalar, gümüş kemerler, altın, gümüş ve sedef gerdanlıklar, küpeler, altın kolyeler ve altın iğneler bulunur.
Heykeltraşlık da çok ustaca yapılmıştır. Bir hükümdarın kadını mezarından çıkarılan gümüş bir inek başı ile gümüşten yapılmış iki dişi aslan kafası büyük bir ustalık ve maharet eseridir. Ayrıca bu mezarda bulunan eşek heykeli mükemmel bir realist sanat eseridir. Heykeltraşlıktaki bu gelişim, ancak milattan önceki yüzyıllarda Yunan ustalarının da görebileceği bir düzeydedir. Sümer hükümdarlarından Gudea’nın heykeli (Resim 51), bugüne kadar keşfedilen heykeller arasında belirgin ve gerçek bir kişiyi gösteren ilk heykel olarak kabul edilir. Sümer heykeltraşlığı sadece tekniğiyle değil, aynı zamanda ifade gücüyle de yüksekti. Heykeller genellikle sarayların ve mabetlerin süslemelerinde kullanılırdı (Resim 52-59, 64, 65).
Sümerlerden sonra gelen Babilliler ve Asurlular, Sümer sanat geleneğini devam ettirdiler.
ASKERLİK: Sümerler, medeni ve zengin bir topluma sahip olmalarına rağmen, etraflarından gelecek saldırıları önlemek için güçlü bir askeri teşkilat kurmuşlardır. Sümer’de ücretli bir ordu bulunmaktaydı. Her vatandaş bir asker olarak kabul edilir ve her an savaşa çağrılabilirdi, bu yüzden her zaman hazır bulunurlardı. Hükümdar bizzat savaşa katılır ve önde savaşır.
Sümerler haysiyet ve vakarlarını korur, gurur sahibi ve kendilerine güvenirlerdi. Ülkeleri işgal edildiğinde, galip güçlerin hakimiyeti altında çalışmaya razı olmadılar. Sümerlerin genel bir isyanla Sargon’un saltanatının sona erdiği bilinmektedir. MÖ 1900’e kadar uzanan Hamurabi Kanunu, eski Sümer kanunlarının ve adetlerinin bir araya getirilmesinden ibaretti. Zaten Babil medeniyeti, her açıdan Sümer medeniyetinden türemiştir. Hamurabi Kanunu, bu zamana kadar meydana gelen kanunlar koleksiyonunun ilk örneği değildi. Sümerlerin Üçüncü Ur Hanedanı döneminde derlenen kanunlar koleksiyonu, Hamurabi Kanunlarına en yakın esasları oluşturur. Bundan önce de, örneğin Urukagina döneminde toplanan kanunlar vardı. Ancak, Sami Hamurabi’nin kanunları, Türk Sümer kanunlarından ceza açısından daha katıydı. Sümerler esirlere daha şefkatli davranırdı. Bir köle kaçtığında, Hamurabi Kanunu’na göre idam edilirdi. Oysa Sümerler, genellikle küçük bir para cezasıyla yetinirlerdi. Sümerlerin düzenli mahkemeleri vardı ve tapu işlemleri düzenli olarak yapılırdı. Toprak mülkiyetinin yanı sıra kişisel mülkiyet de mevcuttu.
Sümerlerde aile teşkilatı tek eşli (monogami) esasına dayanır. Evlilik, genellikle dini bir nitelik taşımazdı. Evlilikten sonra kadın, aile malları ve mülklerinde eşit haklara sahipti. Erkek, kadının rızası olmadan ortak malları satamazdı; aile borçları için her iki taraf da sorumluydu. Kadın ekonomik bağımsızlığa sahipti, istediği işi seçebilirdi; dükkanlarda, mağazalarda çalışabilirdi ve açıkça dolaşabilirdi.
EĞİTİM VE TERBİYE: Sümerlerin eğitim ve terbiye düzeni mükemmeldi. Erkek ve kız çocukları birlikte eğitilirdi. Okullarda okuma yazma, dil bilgisi, inşaat, coğrafya, matematik, zanaat teknikleri, ölçme ve edebiyat öğretilirdi. Yüksek okullarda, hekimler, mimarlar gibi meslek adamları yetiştirilirdi.
DİN VE BİLİMLER: Sümerlerin birçok tanrıya inandığı bir din anlayışı vardı. Tanrılar genellikle insan şeklinde tasvir edilir ve mahiyetlerine göre farklılık gösterirdi. Mabetler, bu tanrıların evleriydi.
1 Cilt: 99. Sayfa:
Sümerlerde Enlil, Marduk, Nintar ve muhtemelen Babil ve Asur dönemlerinden kalma olan Bel, Bin, Anu gibi tanrılar da bulunmaktadır. Bu son tanrılardan Bel, maddesel düzeni sağlayan, evreni düzene sokan güç; Bin, evreni yönlendiren zeka, Anu ise güzel sanatları yaratan kudrettir. Sümerlerin fikirlerinin felsefi bir boyutu olduğu anlaşılır. Sümerler, Orta Asya’daki din inançlarından kalma ananelerle Güneş, Ay ve yıldızlara da taparlardı; bu gökcisimlerinin hareketleriyle dünya olayları arasında bir ilişki olduğuna inanırlardı. Bu inançlar, Sümerlerin Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara önem vermelerine ve bunların hareketlerini gözlemlemelerine, incelemelerine ve hesaplamalarına neden oldu. Mabetlerde bulunan birçok katlı kuleler, gözlem yapmalarına yardımcı oluyordu. Bu sayede Sümerler astronomiye başladılar. Güneş, Ay olaylarını hesapladılar. Yılı 12 aya böldüler. Günleri saatlere ayırdılar; gezegenlere isimler verdiler. Takvimler ve dönem cetvelinin temelini oluşturdular. Günümüzdeki ölçüleri belirlediler. Bu şekilde matematik alanında ilerleme kaydettiler.
Tanrıların ödülleri ve cezalarının dünyada olduğunu düşünen Sümerler, hastalıkların tanrıların cezası olduğuna inanırlardı; yani bir günah veya kusur yüzünden hastalığın ortaya çıktığına inanırlardı. Bu nedenle hasta, tanrıları memnun etmek zorundaydı. Rahiplerin aracılığıyla tanrıların affını kazanmaya çalışırlardı. Ancak daha olumlu bir tedavi yöntemi de vardı. Hasta, genel bir meydana yatırılır ve geçmişteki tecrübelerle hastalık hakkında fikir alışverişi yapılır ve buna göre tedavi edilirdi. Tedavinin başarısı belirlendikten sonra, tedavi tarzları ve etkili bitkiler mabedlerin duvarlarına yazılır veya dikilirdi.
EDEBİYAT VE YAZI: Sümer edebiyatı da oldukça zengindir. Edebiyat öncelikle dini efsaneler ve destanlarla başladı. Milletin kahramanlarına ait efsaneler, dini ve milli kahraman destanları ibda oldu; sonraki dönemlerde Sümer’inDüşmanlarının istilası üzerine yazılan ağıt ve mersiyeler, Sümerlerin edebi yeteneklerine parlak bir şekilde işaret eder. Sümer edebiyatı, diğer dillere özellikle Sami dillerine çevriliyordu. Sümerlerin edebi eserlerinin yanı sıra çeşitli hukuki belgeler de bulunuyordu; bunları yazmak için bir kâtip sınıfı oluşturulmuştu. Kâtibler, mektuplar, kontratlar ve benzeri belgeleri kil tabletler üzerine yazardı.
Bugün elimizdeki bilgilere göre, tarihteki ilk yazı Sümerlerin yazısıdır. Sümerler, bu yazı sistemini Orta Asya’dan getirmişlerdir ve uzun süre boyunca Orta Asya’da egemen olmuştur. Sümerleri takip eden medeniyetler de bu yazı sistemini kullanmışlardır. Sümer yazısı, “çivi yazısı” olarak da bilinir.
Sümerler, tapınaklarını öncelikle suni tepeler ve duvarlar üzerine inşa ederlerdi. Bu yapılar “ziggurat” olarak adlandırılırdı. Zigguratlar, evrenin düzenini (yeraltı, yeryüzü, gökyüzü) temsil eder ve Tanrı’ya giden yolu sembolize ederdi. En muhteşemleri, büyük kubbesi ve etkileyici kemeriyle dikkat çekerdi. Kapıları altından, gümüşten yapılmıştı; duvarları renkli resimler ve diğer süslemelerle bezeliydi. Daha sonraları Babil’de yapılan “Babil Kulesi”, şöhretiyle tanınan bir tepedir ve Sümer tarzında inşa edilmiş bir ziggurattır.
Sümerlerin özel yaşamı da medeniyetlerinin yüksekliğini gösterir. Orta sınıftan Sümerlilerin tuğladan yapılmış, beyaz boyalı iki katlı evlerine kemerli bir kapıdan girilirdi; aile üst katta yaşardı, alt katta ise geniş bir misafir odası bulunurdu. Evin altında su tesisatı vardı. Evde genellikle 12-14 oda bulunurdu. Yemek masaları, arkalı sandalyeler, altın veya gümüş kakmalı karyolalar, zengin evlerde halılar evin mobilyalarını oluştururdu; yemekte madeni çatal kullanılırdı. Yukarıdaki kısa bilgiler bile Sümer medeniyetinin değerini ve genel medeniyet tarihinde Sümerlerin önemini yeterince gösterir.