KİMİN BABASI ÇOCUKLARINA GÜVENİYOR?
Bilindiği gibi oğlan çocukları tekerlekli araçlarla çok ilgili olurlar. Köyde kasabada traktör kamyon, şehirlerde ille de otomobil. Cem doğduğunda Babam’ın Anadol’u vardı, onun adı “Dedenin Gırıngırını”idi; bir sene sonra bizim Reno geldi (Hakikaten geldi, 1978 yılına kadar neredeyse 2 yıl bekledik!), ona da “Babanın Gırıngırını” derdi. Can doğduktan yaklaşık 2 sene sonra Ankara’dan Aliağa Petkim Lojmanlarına taşındığımızda, Site2’deki bizim sokaktaki açık otoparkta pek otomobil yoktu. Sadece bir adet yabancı marka kırmızı bir Taunus vardı. Ve geçen zaman içinde Petkim Lojmanlarında hem çocuklar arttı, hem de otomobiller!
Çocuklar büyüyüp de ayakları pedallara yetişmeye başlayınca, zaten o yaşlara kadar otomobillerin kullanımına dair hemen herşeyi kaptıkları için, yavaş yavaş direksiyona geçme arzuları dillenmeye başladı. Bazı babaların da teşvikiyle Site içinde bazı delikanlıların otomobil kullandıklarını görüyorduk. Tabi bu teşebbüsler otomobil meraklısı bütün oğlanların ilgisini çekiyordu ve çok geçmeden bizim eve de sirayet etti!
Cem kendisi mi istedi doğrusu hatırlayamıyorum, önce Cem’e ve sonra da Can’a otomobil kullanma dersi verdim. Aslında zaten herşeyi biliyorladı, belki birkaç noktaya dikkatlerini çekmiş olabilirim. Hem meraklı hem de yetenekli olduklarından bu konuda hiçbir problem olmadı.
Ancak ben yanlarında olmadan kullanmalarına izin vermiyordum. Yaşları henüz yetmediği için ehliyet başvurusu yapamıyorlardı, bu durumda da trafikte otomobil kullanmaları yasal değildi. Ayrıcalıklı bir konumda olan Petkim Lojmanları’nda otomobil kullanmalarını da etik bulmuyordum; böyle olunca ehliyet yaşını beklemek zorunda kalıyorlardı.
Bu durumda Cem’in değil, ama Can’ın bana sürekli sitem ettiğini hatırlıyorum. Hatta şöyle dillendiriyorudu şikayetini: Herkesin babası çocuğuna güveniyor, ama sen bize güvenmiyorsun!
Onlara herkesin yanlış yapmaları bana örnek olamaz diyordum. Ve ekliyordum: Ehliyetinizi alın, otomobilimizin anahtarı cebinizde olacak!
Zaman geçti, çocuklar ehliyet alma yaşlarına geldikçe önce Cem ve arkasından da Can ehliyet aldılar. Ehliyetleri olunca da istedikleri zaman otomobil kullanabiliyorlardı. Bu öyküye verdiğim yukarıdaki başlıkla ilgili kısım, Can’ın ehliyetini yeni aldığı sıralarda cereyan etti.
Can ehliyetini alalı çok kısa bir süre olmuştu, hatırlayamıyorum, belki birkaç gün; bir akşam otomobilimizin anahtarını istedi. Arkadaşları ile Foça’ya bir diskoya gitmek istiyorlarmış, babasından otomobili alanlar diğerlerini de toparlayıp hepbirlikte gideceklermiş.
Ben anahtarı Can’a verirken Ayşen’in donuklaştığını gördüm. Ayşen hemen mi ifade etti, yoksa Can gittikten sonra mı bilemiyorum, “yeni ehliyeti almış çocuğa akşam vakti virajlı Foça yollarında kullanmaya izin” vermemem gerektiğini söyledi. Hatta söylemekten daha fazlasını yaparak, çocuğumuzu göz göre göre tehlikeye attığımı defalarca neredeyse ağlamalı bir vaziyette seslendirdi. Ben yatıştırmaya çalıştım ve “Oğlumuza güvenmek zorundayız” dedim. Ben ne kadar “Onlar belirgin bir akıl ve zekada çocuklar olduklarına göre, bu işin de üstesinden geleceklerdir” dediysem de, Ayşen’i ikna edemiyordum, çok endişeleniyordu.
Can anahtarları alıp evden ayrılalı epeyce olmuştu, Ayşen hep kaygılı bir bekleyiş içindeydi. Ancak beklemekten başka da yapabileceği bir şey olmadığından ve ertesi gün ikimiz de işe gideceğimizden dönmelerini beklemeden yatmak zorunda olduğumuzdan yatak odamıza çekildik.
Ne kadar sonra hatırlayamıyorum, henüz uyumamıştık, belki de uyuyamamıştık, bizim sokak kapısı hışımla açıldı. Arkasından vesityer tarafına fırlatılan anahtarların çıkardığı sesleri duydum. Diskodan dönecek kadar zaman geçmediğine göre, bir nedenle vazgeçtiler herhalde dedik.
Ertesi gün Can anlattı, arkadaşlarının babaları gece Foça yolları için endişe duyduklarından otomobillerini vermemişler. Bir otomobile de sığamayacakları için mecburen vazgeçmişler. Can bunları sinirle anlatıyordu ve benim artık şunu söylemem farz olmuştu:
Gördün mü Can, kimin babası çocuğuna güveniyormuş?
(11 Mart 2014)
PETKİM-MİTSUİ LİSANS ANLAŞMASI KUTLAMA YEMEĞİNDE “İÇ ABİ YAA..” DEDİ HÜSEYİN DOĞAN
2000’li yıllara doğru Petkim ile Mitsui arasında yapılan bir Lisans sözleşmesinin imza töreninden sonra Petkim Özel Misafirhanesinde kutlama amaçlı bir öğle yemeği yenilecekti. Genelde böyle yemeklerde sadece Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcıları, Müdürler ve Müdür Yardımcıları ile konu ile ilgili Başmühendis katılırlar. Konu Yüksek Yoğunluklu Polietilen Tevsii olduğundan ve o sıralarda Proje Başmühendisi olarak görev yaptığım için o özel yemeğe de katılma hakkım doğmuştu. Böylece bir çok yemek ve özel davetlerin yapıldığı bu özel misafirhanedeki bir özel yemek yeme ayrıcalığını yaşayacaktım.
Önce toplantı salonunda bir tören yapılarak lisans anlaşması dokümanları karşılıklı olarak imzalandı ve ardından yemek salonuna geçildi. Özel Misafirhanenin her yeri gibi yemek solonu da oldukça görkemli düzenlenmiş. Yemek masası U şeklinde hazırlanmış ve Petkim Genel Müdürü ve Mitsui Lisans Departmanı Genel Müdürü U şekline göre alt kısımda diğer zevat da U’nun kolları şeklinde masaya oturdular. Yani Genel Müdürleri herkes rahatça görebiliyor ve tabi onlar da bizi. Ben de en sondaki yerimi almış vaziyette yemekleri bekliyoruz.
Yemek masasında herkesin önünde şahane bir ordöv tabağı var ve ana yemek de balık. Bir yandan balıklar servis ediliyor bir yandan da garsonlar katılanlardan ne içeceklerini not ediyorlar. Bizim Genel Müdür Mitsui Genel Müdürüne şarap tavsiye etti, konuk da kabul etti. Sonra diğerleri de içeceklerini yazdırıyorlar garsonlara, kulak veriyorum hep kola diyorlar. Malüm öğle vakti ve mesai içi olduğundan olacak bütün Genel Müdür Yardımcıları, Müdürler ve Müdür Yardımcıları ağızbirliği etmişçesine asla alkol almıyorlar ve kolaya talim!
Sıra bana geldi, şef garson da çok iyi görüştüğümüz Hüseyin Doğan. “Ne içeceksin Abi?” dedi bana. Dedim ki: “Yav Hüseyin, bu güzel mezeler ve balıkla şimdi kola mı içilir? Yazık olmaz mı bu balığa, yanında şarap içmeden?”. Hüseyin duraksamadan beni teşvik etti: “İç Abi yaa”. Ben de bunu bekliyormuşum, hemen “Tamam Hüseyin, ben de şarap içiyorum” dedim.
Şimdi buraya kadar fazla bir şey yok. Ama ne zaman içki servisi yapıldı o zaman tuhaf bir durum oldu. Zira Genel Müdürler şerefe kadeh kaldırınca bütün Genel Müdür Yardımcıları, Müdürler ve Müdür Yardımcıları kola bardakları ile kalırken bir tek masanın en sonundan ben kadeh kaldırıyorum. Petkim Genel Müdürü Petkim dışından yeni atanmış bir kişi idi, sanırım henüz herkesi çok iyi tanımıyordue, tabi beni hiç tanımıyor doğal olarak. Arada benim tarafa bir göz atıyor ama bir tanışıklık kuramıyor.
İş bununla kalsa çok göze batmayacak. Ancak bizim Hüseyin elinde şarap şişesi Genel Müdürlerin kadehlerinde şarap biraz eksilince hemen tamamlıyor ve sonra bütün Genel Müdür Yardımcıları, Müdürler ve Müdür Yardımcılarının arkasından geçerek gelip benim kadehimi de dolduruyor. Bu ritüel yemek boyunca devam etti. Bir süre sonra ben hesabı karıştırdım ve ne kadar şarap içtiğimi bilemedim. Ama o güzel mezeler ve balıkla doğrusu çok enfes bir öğle yemeği yemiş oldum. Diğer taraftan bütün o yağcı yalaka takımı zavat da, ne kadar asosyal ve görgüsüz olduklarını yeni Genel Müdüre göstermiş oldular.
O güzel yemeği ve şarap ritüellerini yapan Hüseyin’i hiç unutmadım. Yıllar sonra Petkim dışında her karşılaştığımızda o günü hatırlayıp güleriz.
(23 Nisan 2010)
ATATÜRK ve MÖSYÖ SÖBEL
UNIDO uzmanı Fransız Mösyö Söbel’in isminin okunuşu böyleydi. 1970’li yıllarda Petkim proje müdürlüğümüzdeki bazı araştırmalar için talebimiz üzerine ülkemize gelen uzmanlardan biriydi. Mösyö Söbel ile çok önemli olmayan birkaç anımı hatırlıyorum. Bunlar içinde beni dolaylı olarak oldukça uzun süre etkileyen bir tanesini yazmak istiyorum.
Mösyö Söbel bir gün bana “Atatürk’ü neden çok seviyorsunuz” diye sormuştu. O gün muhtemelen, Atatürk’ün Ülkemizi düşman istilasından kurtaran bir Komutan ve Cumhuriyetimizin kurucusu bir Lider olduğunu söylemişimdir. Aynı zamanda Türk Devrimleri’nin mimari olduğunu da ifade etmişimdir diye düşünüyorum. Ancak o gün verdiğim cevaplardan tatmin olmadığımı hatırlıyorum. Bizim için bu kadar önemli bir insanı yeterince güzel anlatamadığımı hissetmiştim.
Geçen zaman içinde aklıma geldikçe zaman zaman bunu düşünmüşümdür. Kafamdaki, Atatürk ile ilgili bilgileri çok güzel olarak kaleme alınmış hissettiren aşağıdaki yazıdaki anafikri söyleyebilmiş olmayı isterdim diye düşündüm, son 10 Kasım ile ilgili yazıları okurken. Bu yazıyı odamdaki tahtama astım. Birisi Atatürk ile ilgili bir kitap okumak isterse, önce bu yaklaşımı özümsemeli diye eline tutuşturmayı düşünüyorum. Yoksa, cephede savaşarak ülkesini düşman istilasından kurtarma refleksi dünyadaki hemen her komutanda vardır zaten; değerli olan ülkesini çağdaş uygarlık düzeyine dönüştüren bir lider olmaktır.
“ATATÜRK VE AYDINLANMA
Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve aydınlanma devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk, ölümünün 81. yılında, 81 ilde gerçekleşen tören ve etkinliklerle anıldı.
Bir yandan Atatürk’ün aydınlanma devrimlerini ortadan kaldırmaya çalışan, bir yandan da Atatürk’ün adını havaalanlarından, stadyumlardan, caddelerden, ders kitaplarından silerek onun adını unutturmaya çalışan karşı devrimci AKP iktidarına rağmen, halkı Atatürk’ü unutmadı.
Ancak Atatürk’ü, şabloncu, şekilci, yüzeysel anlayışlarla, heykelle, rozetle, baloyla, valsle, şapka ile, cepheki kahramanlık öyküleriyle, yapay törenlerle anlamaya çalışmak da, karşı devrimci harekete hizmet etmektedir. Atatürk’ü anlamak için, onun ilkelerini ve düşünce yapısını anlamak gerekir. Bunun için de öncelikle, ortaçağı ve ortaçağdan çıkışı temsil eden Rönesans ve Aydınlanma dönemlerini anlamak gerekir.
Ortaçağ, siyaset, devlet, hukuk, eğitim, bilim, felsefe, sanat alanlarının dine endekslendiği, dinlerin bu alanları hegemonya altına aldığı, din fetişizminin yaşandığı ve laiklik ilkesinin geçerli olmadığı, teokratik bir yapılanmanın egemen olduğu bir dönemdir. Rönesans ve Aydınlanma olarak bilinen dönemler ise siyaset, devlet, hukuk, eğitim, bilim, felsefe, sanat alanlarının dinin baskıcı etkisinden çıkarak özgürleştiği, bu alanlarda ilerici devrimlerin gerçekleştiği dönemlerdir. Hobbes, Bacon, Locke, Descartes, Leibniz, Spinoza, Hume, Kant, Rousseau, Montesquieu gibi filozoflar, Kopernik, Galilei, Kepler, Newton gibi bilim insanları; Leonardo da Vinci, Rafaello, Boticelli, Michelangelo gibi sanatçılar bu dönemlerde yetişmişlerdir. Monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılma sürecini başlatan 1776 Amerikan devrimi ve 1789 Fransız devrimi, felsefede, bilimde ve sanatta da ortaya çıkan bu alt yapının siyasal sonuçlarıdır. Bu devrimlerle birlikte, kralın, kilisenin ve toprak ağasının değil, halkın egemen olması amacıyla, monarşinin yerine yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı; feodalizmin yerine herkese mülkiyet hakkı; teokrasinin yerine laiklik ilkesi getirilmiştir.
Laiklik, devlet, siyaset, hukuk ve eğitim alanlarının dinden arındırılması, ve bu koşullarda devletin dini inanç ve ibadet özgürlüğünü güvence altına almasıdır. Laiklik dini ortadan kaldırmaz, dinin yetki alanına bir sınırlama getirir. Laiklik bu anlamda bir uzlaşma modelidir. Laikliğin olmadığı yerde demokrasi olmaz, teokrasi olur. Güçler ayrılığı; düşünce, ifade, basın, yayın, örgütlenme özgürlüğü; çok partili serbest seçimler; ekonomik ve sosyal adalet; temel nitelikli eğitim seviyesi gibi unsurlarla birlikte, laiklik de, demokrasi, yani halkın egemenliğini olanaklı kılan ön koşullardan birisidir.
Osmanlı İmparatorluğu, tarih ve takvim olarak ortaçağ sonrasına denk gelse de, fiilen ortaçağıdaki Bizans İmparatorluğu’nun yapısını koruduğu için, Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde Avrupa’da yaşanan gelişmelerin dışında kalmıştı. Atatürk bunun farkındaydı ve padişahın, halifenin, şeyhülislamın, ulemanın, medresenin, tarikatın, aşiretin ve toprak ağasının değil, halkın egemen olması için, aydınlanma devrimlerini 20. yüzyılda Anadolu’da devreye soktu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulması; saltanatın ve halifeliğin kaldırılması; medreselerin kapatılması ve Öğrenim Birliği Yasası ile bilimsel ve laik eğitim sistemine geçilmesi; medeni yasa ile hukuk sisteminin din kurallarından arındırılması; kadınların boşanma ve miras konularında erkeklerle eşit haklara kavuşması, eğitim ve çalışma yaşamına katılması, seçme ve seçilme hakkını kazanması; “devletin dini İslamdır” ifadesinin anayasadan çıkması ve laiklik ilkesinin anayasa maddesi haline gelmesi; üniversite reformunun gerçekleşmesi ve sosyal bilimler, doğa bilimleri, matematik, felsefe, sanat, dil alanlarında yükseköğretimin ve eğitimin gerçekleştirilmesi; toprak reformu; cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, ulusçuluk, devrimcilik ilkelerinin siyasette egemen olması, Atatürk’ün öncülük ettiği devrimlerin başında gelir.
Türkiye’de aydınlanmanın öncüsü olması gereken eğitim kurumlarında, üniversitelerde ve medyada Atatürk bu bağlamda kavranmadığı sürece, karşı devrim sürecini bertaraf etmek olanaklı değildir.
Örsan K. Öymen – Olaylar ve Düşünceler – Cumhuriyet 11 Kasım 2019″
(14.11.2019)
Şinasi Bey merhaba. E-posta adresinizi bulamadığım için size Facebook’tan yazdım ama gördünüz mü emin olamadım. Eğer sizce de uygunsa, araştırmamla ilgili olarak Petkim yerleşkesine dair birkaç soru sormak istiyorum. Şimdiden teşekkür ederim.