Ölümlere üzülürüz, ama bazı ölümlere inanmak zordur. Cengiz’inki de öyle; inanması zor bir kayıp! Allah Rahmet Eylesin.
Güçlü sağlıklı bir adam olarak bilirim. İçkisi sigarası yoktu biliyorum, tanıdığım uzun yıllar boyu en azından. Sakin ve dingin biriydi. Kızmaz öfkelenmez gibi görünürdü. Yani tepki vermez gibi. Böyleleri sıkıntılarını, şikayetlerini içlerine atarlar, bilirim. Böylesi belki pek sağlıklı olmayabilir. Bağırıp çağırmak, öfkeyi dışa vurmak rahatlatıcı olur belki!
Kültürlü ve entellektüel biriydi. Bilgiçlik yapmazdı ve genelde fazla sesi çıkmazdı Cengiz’in, ama espri yapmayı severdi. Bazılarını anlamakta zorluk çektiğimi anımsıyorum.
Aslında çok görüşen insanlardan değildik. Ama en azından her Foça’dan geçişte, yazlıklarının bulunduğu Denizkent tarafına bakar, ‘epidir görüşemedik’ diye geçirirdim içimden. Birkaç ziyaretimiz olmuştu; sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Ayşen’in ‘rahatsız etmeme adına herzaman çok düşünceli ve çekingen oluşundan dolayı, pat diye de uğrayamıyorduk.
Deniz manzaralı yazlıklarında köpekleri vardı ve ayrıca çevredeki sokak hayvanlarına katkı veriyorlardı. Sanıyorum sürekli Foça’da yaşıyorlardı. Hatta kış boyunca da Nurcan Hanım’la denizde yüzdüklerini biliyorum. Yıllar önce birlikte bir Gagataş Etkinliği yapmıştık Şubat ayında. Yürüyüş bitikten sonra Çanak Koyu’nda yüzmüşlerdi. Onların denizden çıkmalarını beklerken sahilde üşümüştük ve sonunda uzaktan vedalaşıp ayrılmıştık. Bu etkinliğin yazı ve fotoğraflarını linkten izleyebilirsiniz.
İBRAHİM FİDANOĞLU YORUMUDUR.
“CENGİZ’İ DOĞUM GÜNÜNDE ANARKEN…
28 Nisan 2021
Daha bugün aklımdan geçmişti Cengiz; kaç hafta oldu gideli diye… 5 Nisan’da Hacılar koyuna yukarılardan bakan Eski Foça’nın yeni mezarlığında rüzgârlı ve bulutlu bir günde toprağa vermiştik sevgili dostumu. Tam üç hafta geçmiş toprağa gireli Cengiz. O kocaman dev gibi adam; sessiz ve biraz muzip bakışlı, tepeden tırnağa doğa dostu; onun içinde yaşamanın farkındalığı içinde, ama bunu sessiz bir bilgelik içinde karşılayan güzel bir insandı Cengiz…
Her cenazede uğurlarken bir dostu; biraz daha yaklaşıyoruz ölüme. Yaşam mücadelesi ile piştiğimiz zamanlar birbirine eklendi. Hepimizin orasında burasında bir sayrılık; hiçbir şey eskisi gibi değil artık; ama içimizde ölmeyen bir çocukluk ve ruh hiç yaşlanmıyor.
Cengiz’i iş hayatımın büyük bölümünün geçtiği Petkim’de tanıdım. ODTÜ Kimya Mühendisliği bölümünden mezun bir sınıf arkadaşı; Temel tanıştırmıştı ikimizi. Öğleyin Petkim yemekhanesinde birlikte oturmuş, yemek yerken ilk sohbetimizi yapmıştık. Ben Genel Müdürlük binasında görev yaptım hep. O ise, sahada; işletmenin hayat damarlarını temsil eden ve bir anlamda bütün proseslere can veren Yardımcı İşletmeler Müdürlüğü’nün bir birimi Demineralize Su tesislerinde görevliydi tanıştığımızda. 1988’de Petkim’e girdiğimizden özelleştirme sürecinin sonuna dek hep aynı işletmede çalışmaya devam etti Cengiz.
Cengiz ile arkadaşlığımız, ortak bir dostumuz olan; hem hemşerisi, hem de Aydın Lisesi’nden arkadaşı rahmetli Arkeolog Şükrü Tül’ün merkezinde olduğu gezi ve gezme kültürü üzerine yaptığımız uzun sohbetlerde gelişti. O doğaya ve dağlara tutkun birisi idi. Bu dost sohbetlerinin birinde, üniversite yıllarında uygun zamanlarında sırt çantasını alıp, otogarda o anda karar verdiği bir destinasyona doğru nasıl yola çıktığını ve tek başına bu yolculukları yapmaktan ne kadar keyif aldığını anlatmıştı. Türkiye’nin birçok noktasına bu tür araçlarla gitmek nasip olmuştu ona.
Yıllar sonra bir Doğu Karadeniz turuna beraber gitmiştik. Onlar bir minibüste, biz ise diğer minibüste dağlarda ve derin vadilerde dolaşıp durmuştuk. İki minibüsteki gezginlerin seyir halindeyken birbirleriyle tatlı rekabetleri bile keyifliydi o gün. Macahel Vadisi, bu gezinin kalbi gibiydi. Borçka yönünden yeni giriş yapmıştık vadiye. Gece karanlığında Macahel’e doğru inerken önümüzü bir ara zifiri karanlığın içinde ateş böcekleri kesti sanki. Her yandan arabanın önüne doğru uçuyorlardı. Ertesi gün vadinin içinde yaptığımız yürüyüş sonrasında Camili’ye doğru çılgınca akan bir derenin kıyısında mola verdik. Cengiz, zaman kaybetmeden, üzerindeki şortla derenin buz gibi sularına bırakıverdi kendini. Hatırladığım kadarıyla ondan başka da buna cesaret eden kimse olmadı. Benzer bir tanıklığı da yıllar sonra bir soğuk Ocak ayında Foça denizinde yaşamıştık; gözlerimizin hayretle açıldığı bir anda… Bu onun yaşam biçimiydi. O dağlara olduğu kadar, suya ve denize de tutkuyla bağlı bir insandı. Daha doğru bir deyişle; içinde yaşadığı doğanın bütün unsurlarına karşı saygılıydı; farkındaydı ve büyük bir sevgi beslemekteydi onlara karşı.
Bir defasında Menemen’de sokaktan alarak sahiplendikleri bir köpeğin öyküsünü anlatmıştı. Cengiz, Petkim’den özelleştirme sonrası ayrıldıktan sonra, yeni görev yeri olan Adli Tıp’a giderken servise Menemen’den binermiş. Bir gün yine Menemen’de servisi beklerken, yol kenarındaki perişan haldeki kirli beyaz renkli bir sokak köpeği dikkatini çekmiş. Özellikle köpeğin gözlerine ve içler acısı bakışına vurulmuş Cengiz. Dayanamayıp kahvaltı için yanında götürdüğü peynirinden bir dilimi köpeğe vermiş. Köpek o kadar açmış ki, bir hamlede peyniri yutuvermiş hayvancık. Akşam iş dönüşü bu durumu evde Nurcan’a anlatmış ve bu köpeği sahiplenelim demiş. Nurcan da “Cengiz, bizim köpeğimiz var; buna nasıl bakacağız” diye yanıt vermiş. Cengiz, ertesi gün Menemen’de Adli Tıp servisini beklerken, köpekle aynı yerde yine karşılaşmış. Bu kez köpeğe iki dilim peynir kaptırmış Cengiz. Köpeğin perişan hali ve Cengiz’in ısrarlı sahiplenme arzusuna; Nurcan, sonunda dayanamayarak “evet” demiş. Ertesi sabah, bu kez Nurcan ile birlikte Menemen’e gitmişler, servisin duracağı yerde aynı şekilde bekleyen köpeği bulmuşlar. Nurcan, köpeği arabalarına koyup, Foça’daki evlerine getirmiş; Cengiz ise servisle işe gitmiş. Akşam dönüşte köpeğe adını koymuşlar önce; Şeker Portakal’daki Zeze’den esinlenerek Zeze adını vermişler zavallıya. Bu “iyilik harekâtı” sonucunda ise, gün be gün yapılan bakım ve beslenme ile kısa zamanda kendini toparlayan Zeze’ye; belki de bir anlamda sokaklarda telef olup gitmesini önleyerek, ona bir yaşam armağan etmişlerdi; ne mutlu onlara…
Cengizlerin Foça’daki evlerinin bahçesi, tam bir şenliktir sakinleri açısından. Köpekler ve kediler; bu bahçenin asli unsurları gibidir. Bildiğim kadarıyla sahiplenilmiş köpek sayısı en son üç idi. Kedilerden biri evde olmak üzere, bahçeye uğrayıp gidenlerin sayısı ise belirsizdi. Çünkü hayvancıklar da bilirdi ki; o kapı iyilik kapısıdır, hiçbir karşılık beklemeksizin iyilik bekleyen herkese açıktır. Elbette bir lokma ekmek de vardır nasiplerinde hayvancıkların.
Cengiz ile dağlarda epeyce yürüdük. Bunların bir kısmı, Şükrü Hoca’nın rehberliği kapsamında gerçekleştirilen İzmir ve çevresindeki kültür içerikli geziler esnasındaydı. Şükrü Hoca ile aynı yaştaydılar. Şükrü Hoca, ondan tam altı yıl önce ayrılmıştı bu dünyadan. Yukarıda da sözünü ettiğim gibi Aydın Lisesi’nden oldukça yakın arkadaş idiler. Gençlik yıllarına dair ortak hatıraları vardı. Cengiz ile hastalıkla mücadele ettiği zamanlarda onu ziyarete gittiğimde, en çok Şükrü Hoca’dan bahsederdik. Keyif alırdı; Şükrü’yü anlatmaktan. Biz Ebruli gezginleri, Arkeolog Şükrü Tül’ü, otobüsün en ön koltuğunda benzersiz retoriği, konusundaki derin bilgisi ve birbiriyle ilişkili disiplinler arasındaki etkileşimi son derece ustaca kurabilme yeteneği ile tanımıştık. Şükrü Hoca ile her gezi, bir ders gibiydi. Ama Cengiz’den dinlediğim Şükrü Tül ve diğer lise arkadaşlarıyla ilgili hatıralar, zorlu hayata merhaba diyen 70-80 yılları arasındaki bir kuşağın yaşamının; merkezinde kültürlerin harman olduğu bir Karia kentinin bulunduğu hayaller, dağlarda yaptıkları naif gezintiler, arayışlar, geleceğe dönük tartışmalar çevresinde nasıl şekillendiğine dair iyi bir fikir verirdi hep. O anlatılarda öne çıkan ise insandı, delikanlıydı, “mizah”dı ve başka şeylerdi. Bunları anlatmaya doyamazdı Cengiz…
Cengiz iyi bir dinleyiciydi. Uzun süre sessiz kalabilir; ama durup durup öyle bir söz söylerdi ki; söylediği mutlaka bir derinlik ve anlam ifade ederdi. Yani boşa konuşmazdı Cengiz. Bir de onun muzip bir tarafı vardı; oldukça kalın merceklere sahip gözlüklerinin ardından yaşam dolu bakışlarıyla bazen muzipçe bakmaya başlamışsa size; mutlaka ardından ya zekice bir espri ya da geçmişe dair mizahi bir hatıra gelirdi. Hafızası da oldukça kuvvetli idi; örneğin yukarıda sözünü ettiğim Aydın Lisesi dönemi hatıralarını ve yıllarca önce Aydın Dağları’nda; Karagözler Yaylası’nın Tabakhane deresine bakan yüzünde yaptıkları yürüyüşlerde yaşadıklarını en ince ayrıntılarına dek aktarırdı. Yaşanmışlığın onun nezdinde değeri vardı; eski köy evleri, dağlardaki çoban kulübeleri, harabeler; kısacası yaşam ve kültür içeren her şey değerliydi onun için.
Bilmediğine cesaretle “ben bilmiyorum onu” derdi; büyüklenmeyi, övünmeyi hiç sevmezdi. Son derece alçak gönüllü ve dost canlısı bir arkadaşımdı Cengiz. Köklerine bağlıydı; aslına bakılırsa gerçek bir Aydınlı idi. Aydın’daki eski dostlarını internet üzerinden sosyal medya aracılığı ile takip eder; ilginç bulduğu bazılarını benimle de paylaşırdı. Bildiğim kadarıyla baba tarafından Çine’nin Subaşı köyündendi. Bir aralar oralardan bir köy evini alıp onararak, orada bir yaşam mekânı oluşturmayı bile düşünmüşlerdi Nurcan ile birlikte. Ama sonra vazgeçtiler herhalde. Şükrü Hoca’dan esinlenerek Karia tipi eski evler diye tanımlardı Subaşı’ndaki evlerini. Bu kırsalda bir ev edinme arzusu Cengiz’de hep canlıydı. Bir keresinde birlikte bu amaçla Dumanlı Dağ’ın arkasındaki terk edilmiş Yörük köyü Turgutlar’a gitmiş ve köyde o gün düzenlenen bir şükür yemeğine de katılmıştık. Yine bir başka gün de Yamanlar’ın Gediz vadisine bakan yüzünde yer alan Karaorman köyüne gitmiştik hep beraber. Eminim sağlığı izin verseydi bu hayalini de bir şekilde gerçekleştirirdi. Ama o amansız hastalık ona izin vermedi ne yazık ki…
Hayat öyle ya da böyle akıp gidiyor işte. Ama bir şey bahane oluyor ve zamanlı zamansız; bu acı tatlı bir geçmişle yüklü o güzelim hayat sonlanıveriyor çaresizce. Elbette bu iradenin karşısında durulmaz; ama Cengiz gibi bir adam da unutulmaz.
Hastalık sürecinde aralıklarla da olsa ziyaretine gittiğim zamanlar oldu. Anı paylaştık beraberce. Hastalıktan hiç söz etmezdik; sevmezdi ondan bahsetmeyi; hastalığın vücudunda yarattığı tahribatları anmayı. O dönemde ve 2019 baharında; kalabalık bir arkadaş grubu ile Dumanlı Dağ’ın eteğindeki Hatundere üstünde bulunan Küçükkale ve Büyükkale ile volkanın kraterine daha yakın konumdaki Manastır Mevkii’ne hep birlikte yürümüş ve Büyükkale’nin altındaki düzlüğe eriştiğimizde herkes pestil gibi yorgunluktan yere serilirken, o amansız hastalığa bir kez daha meydan okurcasına yaklaşık 100 metrelik Büyükkale zirvesine dolanarak 15 dakika gibi kısa sürede çıkıp inmişti. Çok keyifli bir gündü o gün hepimiz için… Başta da dediğim gibi Cengiz, yaşama sevinci ile yaşama direncini bir potada eritmeyi hep bildi. Bu özelliği bence onun kuvvetli yönlerinden biriydi.
Sonuç olarak o iyilik timsali, güzel bir insandı. Bu yazıyı Nurcan’ın doğum gününü hatırlatması üzerine, onu bu vesileyle anmak amacıyla yazdım. Umarım duygularımı doğru bir şekilde dile getirebilmişimdir. Nurcan da, hastalık sürecinde inanılmaz bir mücadele verdi; en ön cephede. Evet, acıları Cengiz çekti; ama herhalde Nurcan olmasaydı, 4,5 yılı aşkın bu çileli süreç bu kadar uzar mıydı bilemiyorum? Bir de 2007 yılındaki Karadeniz gezisinden bugüne kalan bir arkadaşlığın sınandığı bir kişiyi anmalıyız burada. Elbette saygı duyulası bu mücadele sürecinde birçok dost ve akraba onun yanında yer aldı; mücadeleye katkı koydu. Ama Ege Üniversitesi’nde Radyolog olarak görev yapan Prof. Dr. Süreyya Özbek’in hastane zamanlarında tetkik ve tedavi süreçlerindeki katkısını Nurcan Hanım hep ayrı bir yere koyuyor ve ondan hep minnetle söz ediyor.
Son sözümüz de şu olsun; Cengiz, doğum günün kutlu olsun. İyi ki doğdun; iyi ki seni tanıdık sevgili arkadaşım… Nur içinde yat; Foça denizine karşı; Aiolos rüzgârları üflesin üzerinden. Belki duyarsın esintilerini. Kır çiçekleri ise eşlikçin olsun dağlarda. Rahat uyu sonsuzluk uykusunda…
İbrahim Fidanoğlu”