JOSE MARİA PALACIO’YA
Söyle, kardeşim Palacio:
Donatıyor mu yine bahar
ırmak boyu, yol boyu karakavakları?
Bilirsin yukarı Duero bozkırında
ağırdan alır bahar,
ama ne hoş, ne şirindir gelmesi!..
O yaşlı karaağaçlarda
Birkaç yaprak var mı? söyle.
Akasyalar daha çıplaktır herhal;
ve karlıdır dağlarda doruklar.
Hey, koca Moncayo, pembe-beyaz,
orada, ne güzeldir Aragon göklerinde
Duruyor mu çiçekli böğürtlenler
gri kayalar arasında
ve beyaz papatyalar
nazlı çimenlerde?
O çan kulelerine
leylekler gelip konmuştur bile.
Salınıyordur yeşil buğdaylar
Ve kara katırlar düzlüklerde.
Ve ırgatlar gecikmiş tohum saçımında
Nisan yağmurlarıyla. Hele arılar,
kekik, biberiye falan emiyorlardır.
Erikler çiçeğe durdu mu? Yerli yerinde mi menekşeler?
Uzun ağlar altında keklik çığırtkanlarıyla
pusuya yatmış avcılar eksik değildir herhalde.
Söyle kardeşim Palacio:
Bülbüller tuttu mu yakaları?
İlk zambaklarla ben,
bahçelerde açan ilk güllerle,
mavi bir akşamda, çıkarım Espino’ya
senin toprağındaki yüksek Espino’ya…
Sonradan kör olarak
düzlüğe dönmek için,
günboyu ışığa açılan
ve görmeden bakmaktan yorgun gözlerle.
Bazen, 29 Nisan 1913
A. Özer aynen böyle tercüme etmiş Machado’nun bu şiirini. Yazım hatam yok; kontrol ettim birkaç defa. Önemi de yok aslında. “Teşbihte hata yoktur” derler ya, hatırlatmada da yok; öyle veya böyle Kiseköy’ü hatırlattı. Tabi yanmadan önceki, hafızamdaki Kiseköy’ü.
Hep hayıflanmışımdır geçmişte daha çok fotoğrafını çekmedim diye. Aslında ancak 1977 yılında bir makine alabildim; ilk oğlumun doğduğu yıl. Sonra ikinci oğlan ve bir sürü fotoğraflarını çektim. Onları büyütme telaşında yıllar geçti. Büyüdüklerinde de zorla götürebilmiştim birkaç kez. Şehirde büyüdüler, bizden farklı oldular, köklerini köylerini bilemediler. Biz de belletemedik. Türkiye ve Dünya hızla değişti. Ama hep söylerim kendime, hiç olmasa ben sadece ve sadece, şimdi hayallerimde kalan o sokaklarını samanlıkları evleri insanları daha çok fotoğraflasaydım. Ah, bilemezdim ki yanıp kül olacağını!
İşte böyle, şimdi de kaldık hatıralarla. Emeklilik pandemi derken büyüklerin ardından yaşıtlarımızı da kaybettik. Kalkıp gidemiyoruz oralara. Acı veriyor. Hatırlarken bile. Adı geçince bile. Keşke imkanımız olsa de yerine Kiseköyü hatırlatan birşeyler yapabilsek. Vakti zamanında Eyüp Amcam yanan evi yerine yenisini yaparken yardımcı olmaları için akraba ve diğer yakınlarıma çağrı yapmış ve yanıt alamamıştım. Ağlaşmayı burada kesip, 10 yıl önce yazdığım, bir Kiseköy anımı anlattığım blog yazımdan bir bölüm ekleyerek yazımı bitiriyorum:
Kise Köy, bizim köyümüzdür. Çocukluğumu, gençliğimi şehirlerde yaşamış birisi olarak “Bizim Köyümüz” diye yazabilmek çok güzel; benim köyüm diyebilmek ne iç ısıtan bir duygu! Şimdilerde 64 yaşımdayım, İzmir’de emeklilik hayatımı yaşıyorum, “Gurbandepeden” köye doğru o panoramik manzarayı her düşündüğümde tüylerim diken diken olur!
Kurban Tepesi’nden bakınca yeşil otlaklardan aşağıya doğru köyün mezarlığından sonra bayırın dibinde, ortasından boydan boya bir çayın aktığı bahçelerdeki ağaçların arkasından Kise Köyü evlerinin kırmızı kiremitli çatıları görünür. Oraya her vardığımda bizim evi seçinceye kadar bakardım. Evlerin arkasından köyün korusunun yeşil tepeleri manzaraya girer. Gerisinde, bir uçtan bir uca en uzaklara kadar, koyu yeşil dağlar tepeler birbiri arkasına sıralanır. Bütün bu yeşil resmin üzerinde tertemiz mavi gökyüzü ve beyaz bulutlar panoramayı tamamlar. Geniş bir sessizliğin içinde çeşitli bitki ve çiçek kokularını teneffüs ettikçe, Dünyanın durduğunu kendinizin de yaşadığınızı bütün hücrelerinizde hissedersiniz. Burada saatlerce kalmak, gölgesinden seyrettiğim çamların rüzgardaki sesini dinlemek isterdim; ama gene de her gelişimde, bir an önce köye ulaşma arzusu ile fazla duramaz, adata uçarcasına bayır aşağı seyirtirdim.